Karşı devrim ve yozlaşma: Muaviye
Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
Hak ve hakikat, tarihin temelini teşkil eden başat unsurlardan birisidir. Allah Azze ve Celle'nin esma-i hüsnasından birisi de "El-Hak"tır. Dolayısıyla insanlara kılavuz olarak gönderdiği ilahî elçilerin ve semavî kitaplarının karakteristik özelliği de hak olmak ve hakkı yansıtmaktır. Mantık ve akıl hakkın ilkeler ve adres düzeyinde iki şekilde olması gerektiğine hüküm etmektedir. Nitekim son Semavî Kitab'ı mülahaza ettiğimizde hakkı tanıtmak için iki yönteme başvurduğunu görmekteyiz.
a- İlkeler düzeyinde, adalet, tevhid, iman, hilim, sıdk, Ahiret, nübüvvet gibi ilkelerin vaz edilmesi.
b- Adres göstererek. Nûh, İbrâhîm, Yûsuf, Mûsâ, Şuayb ve Muhammed (Allah'ın salat ve selamı bütününün üzerine olsun) gibi.
Kaçınılmaz olarak hakka ulaşabilmek için ya ölçütleri sağlam ve doğru bir şekilde ortaya koyabilmelisiniz veya hakkı temsil edecek şahsı (ki bunlar İlahî irade tarafından seçilmiş zevattır) doğru tespit edebilmelisiniz. Her ikisi de son derece önemlidir. Kitabı Kerim her ikisine de vurgu yapmaktadır. Hak iddiasında bulunan kimseleri doğru bir şekilde tespit ettiğiniz kriterlerle ölçüp sadıklığını/kazipliğini tespit edebiliriz dersek yanlış bir yargıya varmış olmayız kanaatindeyim. Ama en sağlıklı olanı hayatın ve olayların çok boyutlu olduğunu, bir takım meselelerin girift oluşunun göz önüne alındığında adres eksenli olanıdır. Bu ontolojik bir ihtiyaç olduğundan adres eksenli hakkın Kıyamete kadar varlığını sürdürmesi de sünnetullah gereğidir.
Bunun zıddı da geçerlidir. Batılın ve sapkınlığın Kitabı Kerim'de iki yönteme başvurularak ortaya konulduğunu mülahaza etmekteyiz.
a- İlkeler düzeyinde: Şirk, zulüm, inkar, yalanlama, kibir.
b- Şahıslar düzeyinde. Firavun, Hz. Salih'in kavminin dokuz kişilik çetesi, Haman, Karun vb.
Batılı tanıyabilmek için ölçütlerin doğru bir şekilde ortaya konulması gerekiyor. Bu girişten sonra şunu söyleyebiliriz: Hz. Peygamber'in istikbale yönelik tevhid, hak ve adalet dinini tersyüz edecek olan grup ve yapıları faş edecek hadisleri sened kritiğinden geçtikten ve söz konusu grup ve yapıların nitelikleri tümel doğru/yanlışlarda test edilebiliyorsa o hadisin sahih olduğuna riayet edilmelidir. Esasında risalet sahibinin bu tür yönlendirme ve direktiflerinin olmadığını düşünmek ve böyle bir tasavvura sahip olmak sıkıntılıdır. İnsanların ebedî hayatlarına mal olacak, onları iğva edip ayartacak kimselere yönelik göndermelerde bulunmaması hatta belirtmemesi risaletin amaç ve gerekleriyle de pek uyuşmamaktadır. Rasûlullah (s.a.a.) sonrası mücadelelere yönelik, "Onun açıklamalarını siyaset kokusu geliyor, birilerinin diğerinin aleyhine ortaya koyduğu düzmece şeylerdir" tarzında bir itiraz ileri sürmek ve bu itirazla reddetmek risaletin amaç ve gayesini ıskalamak, hatta ilahî dünya görüşünü bir nevi inkar etmek veya anlamamak demektir.
Rasûlullah adres gösteriyor
Fitnenin kaynağı Ümeye oğulları
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır: “Hani sana, “Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır” demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kur'an'da lânetlenmiş ağacı, sadece insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkutan uyarılarda bulunuruz, fakat bu onların taşkınlıklarını iyice arttırmaktan başka bir şey sağlamaz.” (17/İsrâ/60)
Bu ayette geçen lanetlik ağacın yorumuna ilişkin yorumları kısaca ortaya koyup sonrasında değerlendirmemizi yapacak ve görüşümüzü ortaya koyacağız.
Lanetlik ağacı:
-
Zakkûm ağacı[1]
-
Zararlı olan bütün yiyecekler.
-
Lanetin kök anlamı olarak uzak olma ve uzaklaştırmayı temel alarak bütün hayırlardan uzak olan ağaç.
Diyanet İşleri başkanlığının bir heyete hazırlattığı tefsirde ilk iki görüşe yer verilirken üçüncü görüşe iç değinilmemiştir.[2] Gerçi ikinci görüşü Şevkânî'nin Fethü'l-Kadîr'inde Zeccâc'dan alındığını belirtilmişse de biz bu ibareye rastlayamadık. Biz bu görüşü Kurtubî'nin el-Câmisinden müellifin kendi görüşü olarak zapt ettik[3]
İlk iki görüşün kısaca eleştirisini sunalım.
Zakkum ağacı şeklindeki tefsire dair hemen şunu belirtelim ki Kur'an bu ağacın cehennem ehlinin yiyeceği olduğunu belirtmekte ve vurgulamaktadır. Dolayısıyla zakkum ağacının sınanma ve imtihana tabii olan hiçbir tarafı yoktur.
İkincisine gelince ise şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır. Vahiy nahoş ve zararlı olan yiyecekleri melun olarak nitelendirmiştir. Bu durumda vahiy ağaç kelimesini kullanmış ve meyveyi kast etmiştir. Bütünü zikir edip meyveyi kasd etme yoluna giderek mecaza başvurmuştur. Sonra da nahoş ve zararlı olduğundan ötürü de onu melun olarak isimlendirecek tekrar bir mecaza gitmiştir. Yani ortaya mecazın mecazı gibi bir durum çıkmıştır ki ayetin böyle bir şeyi ifade etmesi oldukça uzak bir olasılıktır. Böyle bir ifade kalıbı bu ayetin yapısı ile örtüşecek gibi olmadığı gibi Arap dilinde örneği var mı onu da bilemiyorum. Olsa dahi nevâdirü'n-nâdirattandır. Böyle bir ayetin yapısı ile uyuşmamaktadır.
Bizim tercihimiz bütün hayırlı sıfatlardan ve erdemlerden uzak ve uzaklaştırıcı olan bir ağaç. Bu ağacın insanlar için bir sınanma aracı olması, yani ilahî rahmetten uzaklaştırıcı boyutunun baskın olması. Şecere kelimesi Arap dilinde de istimali (kullanımsal) olarak soy ve kabile anlamında sıklıkla kullanılmaktadır. Nitekim günümüz Türkçesinde de sözcük soy ve kabile anlamını da göz önüne alınca Hz. Rasûlullah'ın Ümeyye oğullarını kast ediyor olması daha da bir belirginleşiyor. Elbette ki Ümeyye oğulları içerisinde Muâviye b. Yezîd ve İmam Kâzım'ın ashabından olan Sa'dü'l-Hayr gibi temiz ve mümtaz şahsiyetler vardır. Biz bunları istisna ediyoruz. Ama Ümeyye oğullarının tarihsel açıdan oynadığı rolleri ve eylemlerini göz önüne alınca risaletin ilkelerini ne derece tersyüz ettiklerini de rahatlıkla görebilmekteyiz. Biz konu ile ilgili hadisleri sunacak ve bunun bir sağlaması olarak Muâviye örneğini arz edecek ve onun meşum ve uğursuz fiil ve eylemlerinin nasıl da insanları/ümmeti saptırdığını ortaya koymaya çalışacağız.
Suyûtî ed-Dürrü'l-Mensûr adlı tefsirde İbn Cerîr kanalıyla Sehl b. Sa'd'dan şöyle rivayet etmektedir: ‘Peygamberimiz (s.a.a) rüyada Emevîlerin, minberi üzerinde maymunlar gibi öteye-beriye sıçradıklarını gördü. Buna o kadar üzüldü ki, ölünceye kadar güldüğü görülmedi. Bunun üzerine Allah, ‘Sana (Ümeyye oğulları ile ilgili) gösterdiğimiz o rüyayı... sadece insanlar için bir sınama (vesilesi) kıldık.' ayetini indirdi.[4]
Yine aynı eserde İbn Ebû Hâtem aracılığı ile İbn Ömer'e dayanılarak verilen bilgiye göre Peygamberimiz (s.a.a.) şöyle buyurdu: Hakem b. Ebü'l-As'ın oğullarını minberlerin üzerinde maymun kılığında gördüm. Allah bu hususta, ‘Sana gösterdiğimiz o rüyayı ve Kurân'da lanetlenmiş olan o ağacı (soyu) sadece insanlar için bir sınama (vesilesi) kıldık.' ayetini indirdi. Ayette Hakem ve onun oğulları kastediliyor."[5]
Yine aynı eserde İbn Ebû Hâtem aracılığı ile Yala b. Mürre'den nakledilir ki: Râsûlullah (s.a.a.) şöyle buyurdu: Ümeyye oğulları bana dünyanın minberleri üzerinde gösterildi. İlerde size egemen olacaklar ve siz onların kötü yöneticiler olduklarını göreceksiniz.' Peygamberimizin (s.a.a.) buna üzülmesi üzerine Allah, ‘Sana gösterdiğimiz o rüyayı... sadece insanlar için bir sınama (vesilesi) kıldık.' ayetini indirdi."[6]
Yine aynı eserde İbn Mürdeveyh'e dayanılarak verilen bilgiye göre Hüseyin b. Ali şöyle dedi: Rasûlullah bir gün üzüntülü olduğu bir hâlde sabahladı. Kendisine: ‘Ey Allah'ın Rasulü, neyin var?' denildiğinde, ‘Rüyada bana, Ümeyye oğullarının şu minberimi sırayla birbirlerine devrettikleri gösterildi.' dedi. Bunun üzerine, ‘Ey Allah'ın Rasulü! Üzülme, onların elde edecekleri şey şu dünyadan ibarettir.' denildi. Ardından da Allah, ‘Sana gösterdiğimiz o rüyayı... sadece insanlar için bir sınama (vesilesi) kıldık.' ayetini indirdi."[7]
Yine aynı eserde İbn Ebû Hatem, İbn Mürdeveyh, Beyhakî ve İbn Asâkir, Saîd b. Müseyyeb'den şöyle naklederler: Rasûlullah (s.a.a.) rüyada Ümeyye oğullarını minberler üzerinde gördü ve buna canı sıkıldı. Bunun üzerine Allah ona, ‘Onlara verilen şey şu dünyadan ibarettir:' diye vahiyde bulununca sevindi. İşte "Sana gösterdiğimiz o rüyayı... sadece insanlar için bir sınama (vesilesi) kıldık." ayeti bu anlama gelmektedir. Ayetin orijinalinde geçen 'fitne' kelimesi imtihan ve deneme anlamındadır.[8]
İbn Mürdeveyh'e dayanılarak verilen bilgiye göre Ayşe'nin, Mervân b. Hakem'e şöyle dediği rivayet edilir: "Ben Rasûlullah'ın babana ve dedene, "Kurân'da lanetlenen ağaç sizsiniz" dediğini işittim."[9]
Tirmizî bu âyetin tefsirinde der ki: Bize Mahmûd b. Ğaylân, Yûsuf b. Sa'd'dan nakleder ki; Hz. Hasan Muâviye'ye biat ettikten sonra, bir adam kalkıp: Müminlerin yüzünü kararttın, dedi. Veya ona; ey müminlerin yüzünü kara çıkaran adam, diye seslendi. Hz. Hasan dedi ki: Allah sana merhamet etsin. Beni yerme. Çünkü Allah Rasûlüne Ümeyye oğullarının kendi minberi üzerinde oturdukları gösterildiğinde o, bundan hoşlanmadı. Bunun üzerine ona: ‘Gerçekten Biz, sana Kevser'i verdik.' âyeti inzal edildi. Ey Muhammed, Biz sana cennette bir ırmak verdik, denildi ve sonra da: ‘Doğrusu Biz, onu Kadr gecesinde indirdik. Kadr gecesinin ne olduğunu bilir misin sen? Kadr gecesi; bin aydan daha hayırlıdır.' denildi. Ey Muhammed, senden sonra o tahtı Ümeyye oğulları ellerine geçireceklerdir. Kasım b. Fadl der ki; biz saydık ve bir de baktık ki Ümeyye oğullarının hâkimiyyeti bin ay sürmüştür. Ne bir gün fazla, ne de bir gün eksik.[10]
Hâkim en-Nîsâbûrî ise bu hadisin sahih olduğunu belirtir ve İmam Hasan-ı Müctebâ'ya söz konusu cümleyi kullananın da Süfyân b. el-Leyl olduğunu söyler.[11]
Yeri gelmişken şunu belirtelim. Yukarıda serd edilen hadislerin bir bölümünün zayıf sayılış gerekçesi bazı ravilerin Şiîlikleridir. Dolayısıyla taziflerde ideolojik bir yaklaşım gözden kaçmamaktadır. Bir makalenin hacmini aştığından ötürü söz konusu ravilerin sikalığını/zayıflığını şimdilik irdelemek istemiyoruz. Ama buna örnek olması için önceki çalışmalarımızdan birisinde sened zinciri incelemelerini adres olarak göstermekle yetineceğiz.
İlginç olan şudur ki; bir ayetin tefsiri bağlamında genelde peygamberden aktarılan hadis/sünnetlerin olması halinde hadis ve sünnete müracaat edilirken İsrâ Suresinin ilgili ayetinin tefsirinde dil ve mantık açısından sağlıklı ve tutarlı olmayan yaklaşımın hadise öncelenmesi ve nebevî buyrukların devre dışı bırakılmasıdır.
Bu ayetin sağlaması bağlamında Ümeyye oğulları ailesinin ve İslam dininde yaptığı tahribatların ortaya sunulması gerekmektedir. Fakat bir makalenin hacmini aşacağından biz sadece Muâviye'yi ele alacağız ve onun İslam'a ve insanî erdemlere aykırı olan davranışlarından bazılarını sunmaya çalışacağız.
Özelde İslam dininin genelde dinlerin ortaya koyduğu hükümlerin bir bölümü teyididir. Yani aklın vardığı sonuçları teyit eder, detaylara dair bir takım tashih ve bilgilendirmelerde bulunur. Bir bölümü ise tesîsîdir. Yani din ve risalet müessesesi o noktada hüküm inşa eder. Abdest, namaz, zekat vb. Bu noktada insan aklı Rab Teâlâ'ya nasıl kulluk sunulacağını bilemediğinden ilahî kılavuzluğa ihtiyaç duymaktadır. İlahî kılavuzluk da insanlara kulluğun yapılış şeklini öğretir.
İşte söz verdiği halde sözünde durmak, anlaşmalara bağlı kalmak, sözleşmelerin gereğini yerine getirmek her şeyden önce insanî bir olgudur. Din bu noktada anlaşmalara riayet etmeyi önemle vurgular ve bozulmaması gerektiğini önemle ve özenle belirtir.
Rab Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Antlaşma yaptığınız zaman Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin; Allah'ı kendinize kefil tutarak kesinliğe kavuşturduktan sonra yeminlerinizi bozmayın. Unutmayın ki yaptıklarınızı Allah bilmektedir.” (16/en-Nahl/91)
Bir anlaşmayı nakz eden ve bozan bir kimse en başta insaniyet mektebinden uzaktır ve insanlıktan nasibi yok denecek kadar azdır.
Muâviye b. Ebû Süfyân ahdi bozmanın en güzel örneklerinden birisidir. Herkes bilir ki Muâviye, İmam Hasan'ın ileri sürdüğü şartları yerine getireceğine dair kuvvetli sözler vermiş ve İmam Hasan'a “Dilediğini yaz” diye bir mektubu bir elçi ile göndermiştir.[12]
Yeri gelmişken hatalı bir değerlendirmeye de dikkat çekmek istiyoruz. İmam Hasan'ın (a) olumsuz bir takım koşullardan ötürü barışa mecbur kaldığı dolayısıyla da Muâviye'nin İmam Hasan'a böyle bir mektup yazmasının pek mantıklı olmadığını göz önüne alıp ileri sürenler tek taraflı bir bakış açısıyla olaya bakmaktadırlar. Muâviye'nin o günün koşullarında içinde bulunduğu koşulları sümen altı etmeye çalışmaktadırlar. Zira Muâviye için de zor koşullar var.
Biz sadece üç tanesine değineceğiz.
a- Ortada İmam Ali'yi ve Muâviye'yi tekfir eden koca bir Hâricî sorunu durmaktadır. Hâricîler açısından olaya bakıldığında İmam Ali (a) ortadan kaldırıldığından ötürü bütün güçlerini Muâviye için seferber edeceklerdir. Direkt olarak bu durum Muâviye'yi düşündürmektedir.
b- Şam'ın kuzey doğusunda bulunan Bizans ve Roma imparatorluğu problemi.
c- Kendisinin İmam Ali (a) döneminde İmam Ali'nin hakim olduğu coğrafyalara baskınlarda bulunduğu gibi Ali (a) taraftarlarının da baskın yapma olasılığı. Dolayısıyla bu üç koşulu göz önüne alınca Muâviye'nin de barışa en az İmam Hasan (a) kadar mecbur olduğu ortaya çıkmaktadır. Tek taraflı bir bakış açısıyla İmam Hasan'ın içinde bulunduğu sıkıntıları ele alıp olayı değerlendirmek hakikati gizlemek değilse eğer olayı doğru değerlendirememektir.
İmam Hasan (a) Muâviye'ye ancak Allah ve Rasûlunün hoşnutluğunun bulunduğu ve müminlerin salahını barındıran şartları ileri sürmüştür.
İmam Hasan'ın bu barışının yerli yerince ve doğru bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Bağımsız bir makalenin hatta bir telifin konusu olabileceğinden ötürü sadece şu kadarını söyleyelim. İmam Hasan'ın (a) barışı noktasında Türkiyeli Müslümanların karşısına ikisi de birbirinden sıkıntılı iki bakış açısı sunulmaktadır.
a- Emevî bakış açısı: Hasan (a) Muâviye'nin plan ve programı dahilinde barış yapmıştır.
b- Abbasî bakış açısı: İmam Hasan (a) mala ve debdebeli bir yaşantıya düşkün olduğundan barışa meyletmiştir.
Israrla İmam Hasan'ın ilahî risaletin topluma yayılması, sapmaların önüne geçmesi gibi ve Şam ahalisine hak ve hidayeti göstermek gibi bir amaçla vb barış anlaşması imzaladığı yönündeki Ehl-i Beyt mektebinin bakış açısı Türkiyeli Müslümanların gözünden ırak tutulmaya çalışılmaktadır. Bu konu çalışmamızın dışında kaldığından bu hususu şimdilik ele almamayı yerinde görmekteyiz. Her halükarda Muâviye istemeyerek de olsa on yıl kadar sulh anlaşmasının maddelerine riayet etmeye çalıştı. İslam toplumu bu süre zarfında emniyet içerisinde yaşadı. İmam Hasan (a) anlaşmanın şartlarına ve maddelerine riayet etti. İmam Hasan'ın başarılı planı takır takır işleyip de insanlar Ehl-i Beyt'i tanıyınca Muâviye aile geleneğinden de aldığı kültürle anlaşma maddelerinin gereğini yerine getirmekten kaçındı. Tıpkı babası Ebû Süfyân'ın liderliğini yaptığı Kureyş'in Hudeybiye sulh anlaşmasının maddelerini bozduğu gibi o da İmam Hasan'a karşı yerine getirme sözünü verdiği hiçbir maddenin gereğini yerine getirmedi. İmam Hasan (a) hayatta olduğu müddetçe anlaşmayı bozması mümkün değildi. Bunun farkına varan Muâviye, Cade b. Eşas'ın vasıtasıyla İmam Hasan'ı (a) zehirleterek suikastle şehit etti.[13]
Muâviye'nin yönetimi boyunca güttüğü genel siyaseti ana hatlarıyla şöyle sıralayabiliriz.
-
Minberlerde İmam Ali'ye lanet edilmesi ve hakaret edilmesi. Bir kuşak bu lanetle yetişiyor ve yaş itibariyle kemale ermiş olanlar bu lanetle yaşayıp ölüyorlar. Bu sıradan bir madde gibi görülebilir. Ama “Senin bana nazaran konumun Hârûn'un (a.s.) Mûsâ'ya nazaran konumu gibidir. Ne var ki benden sonra nübüvvet (nebi) yoktur” şeklindeki nebevî hadisi göz önüne alınınca Aziz İslam Dininin ikinci adamına lanet etmenin ve hakaretlerde bulunmanın tolere edilebilir, hiçbir tarafı yoktur. Bunu ayrı bir başlık altında inceleyeceğimizden şimdilik bu konuyu geçiyoruz.
-
İslam'ın ve insanî erdemlerin mücessem hali olan İmam Ali ve Ehl-i Beyt'in faziletleri ilgili nebevî buyrukların men edilmesi. Bir başka ifadeyle onun bu çabası risalet ve nübüvvet silsilesinin devamı ve hak ve taharetin adresini ortadan kaldırma çabasıdır. Aslında İlahî kılavuzluk anlamına gelen İmam Ali'nin imametini vurgulayan ve teyit eden hadislere kast etme anlamına gelmektedir.
-
İmam Ali (a) ve Ehl-i Beyt hakkında asılsız, çirkin haberlerin yayılması. Tabii bu İmam Ali'yi lanetlemenin ve sövmenin zihinsel zeminini hazırlama anlamına gelmektedir.
-
Benî Ümeyye'ye ve İlk üç Halifeye yönelik faziletler icat etmek ve onların Hz. Rasûlullah'tan (s) sonraki halifeler olduğu düşüncesini ve kanaatini oluşturmak. Açıktır ki adalet, hak, ibadet ve doğru düşünceyi Hz. Rasûlullah (s) ile karşılayan Allah Azze ve Celle'nin, insanın bu ontolojik ihtiyacını nakıs, kusurlu, adaletten ve bilgiden yoksun kimselerle gidermesi sünnetullahta değişiklik anlamına gelmektedir. Dolayısıyla sünnetullahta herhangi bir değişiklik olmadığına inanıyorsak bu uygulamanın aynısıyla devam etmesi gerekiyor.
-
İmam Ali'nin taraftarlarının sürgün edilmesi, zindana atılması, öldürülmesi, yerinde ve yurdundan edilmesi. Bunun da risalet olgusu ile direkt bağlantısı bulunacaktır. Rasul-u Azam'ın hadis ve sünnetlerini, risaletin devamı olan İmam Ali'nin (a) siretini yayacak, anlatacak ve nebevî uygulamaları insanlara ulaştıracak seçkin ve bilge insanların toplumdan tasfiye edilmesi anlamına gelmektedir.
Her şeyden önce olumlu veya olumsuz bir plan ve projenin başarılı olabilmesi ve sonuca ulaşabilmesi için o sahanın yetkin insanlarına ihtiyaç vardır. Muâviye'nin insanî erdemler ve insanî erdemlerin bir diğer adı olan öz Muhammedî İslam'a karşı yürüttüğü savaşta kendisinden yararlandığı dünyaya eğilim ve meyli zirvede olanlardan bazıları şunlardır: Amr b. el-As, Muğîre b. Şube, ed-Dahhâk b. Kays el-Fihrî, Ziyâd b. Ubeyd, Mervân b. el-Hakem, Muâviye b. Hudeyc, Semüre b. Cündeb, Amr b. Harîs. Muâviye projesini uygulamak için bunları İslam dünyasının çeşitli valiliklerine atamış ve bunlar aracılığı ile siyasetini tatbik etmiştir.
Muâviye'nin Allah'ın Kitabına ve Rasûlullah'ın sünnetine ve insanî erdemlere aykırı davranması bağlamındaki birkaç örneğini kısaca şöyle özetleyebiliriz.
İmam Ali'nin lanetlenmesi, insanların ve bir kuşağın bu lanet olgusu ile eğitilmesi Nebevî sünnete, Allah'ın ve Rasulünün emrine açık bir muhalefettir. İmam Ali'nin sevgisinin iman ve ona buğz etmenin nifak olduğuna dair bir çok hadis söz konusudur. Biz sadece bunlardan iki tanesini sunacağız. Zira Hz. Rasûlullah (s) şöyle buyurmaktadır: “Daneyi yaran ve insanı yaratan Allaha yemin ederim ki, beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğz etmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana kat-i bir ahdu peymanıdır.”[14]
İkinci kaynak; Sahîh-ü İbn Hibbân. Rivayet şöyledir: “Adiy b. Sâbit'ten o da Zirr b. Hubeyş'ten o da Ali'den rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: “Daneyi yaran ve insanı yaratan Allaha yemin ederim ki, beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğz etmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana kat-i bir ahdu peymanıdır.”[15]
Ali sevgisi iman arasındaki ilişkisi gül ve haz arasındaki ilişki gibidir. Beden yapısına uygun şeylerden haz ve lezzet alır. Gülden haz almayan bir kimsenin sağlıklı olmadığı hatta rahatsız olduğu hususunda kimsenin kuşkusu yoktur. Zira gül ile insanın maddî ve bedensel boyutu arasında bir ilişki söz konusudur. Aynı şekilde insanî erdemlere ve kalbî olgulara karşı umarsız davranan bir kimsenin sağlıklı olduğundan bahs edilemez. Nasıl ki insanî ve kalbî erdem ve faziletleri kendisinde mündemiç olan Hz. Musâ'ya karşı Firavun'un sağlıklı bir kişiliğe sahip olmadığını, Hz. Muhammed karşısında Ebû Cehil ve Ebû Leheb'in sağlıklı bir kişiliğe sahip olmadığını ve hasta olduğunu söyleyebiliyorsak ilmi, şecaati, gücü, kudreti, zühdü, takvası, ibadeti, adaleti, cihadı, sabrı ve affı, cömertlik ve keremi, sağlam imanı, yakîni, ilahî tavırlar noktasındaki tavizsizliği ile Ali'den nefret eden bir kişinin sağlıklı olduğundan bahs edilemez. Peygamber'in yukarıya alıntıladığımız hadisinin şerhi Ali'nin mücessem ve müşahhas hayatıdır. Yukarıda saydığımız niteliklere dair örnekler sunmak bu makalenin hacmini aştığından sadece niteliklerin ismini sunmakla yetindik.
Bu projenin tatbiki ve uygulanması olarak Muâviye İmam Ali'nin faziletlerine dair hadislerin naklini yasaklamış ve İmam Ali (a) hakkında varid olan hadislerin başkaları hakkında varid olduğuna dair uydurma hadislerin piyasaya sürülmesine neden olmuştur.
Muaviye valilerine bütün şehirlerde ve yörelerde Osman hakkında hadislerin çoğalıp yayılması için mektup yazdı. Muaviye bu mektubunda şöyle dedi:
Size bu mektubum ulaşacak olursa insanları sahâbenin faziletleri hakkında hadis rivayet etmeye davet edin… Ebû Turâb hakkında Müslümanların rivayet ettiği hangi haber olursa olsun onunla çelişen bir hadisi sahâbe hakkında da rivayet edin. Bu benim için oldukça sevindirici, gözlerimi aydınlatıcıdır. Ve bu, Ebû Turâb'ın ve Şiîlerinin kanıtlarını ortadan kaldırıcıdır. Bu durum onlara Osmân'ın menkıbelerinden ve faziletlerinden daha ağır gelir.[16]
Bekriyye Şia'nın yaptığı uygulamaları görünce onlar da bu hadisler karşısında aynı şeyleri kendi büyükleri için yaptılar. ‘‘Eğer bir dost (halil) edinseydim Ebû Bekir'i dost edinirdim'' hadisini uydurdular. Bekriyye, ‘‘Muahat hadisi'' karşısında bu hadisi uydurmuştur. ‘‘Seddü'l-Ebvâb hadisi'' de bu şekildedir. Zira bu fazilet İmam Ali'ye (a.s.) aittir. Ancak Bekriyye bunu ters yüz ederek Ebû Bekir'e ait kılmıştır. ‘‘Bana bir hokka ve bir yaprak getirin, size Ebû Bekir için bir şey yazayım da benden sonra iki kişi bile ihtilafa düşmesin'' hadisi de bu şekildedir… Bekriyye ‘‘Kâğıt kalem getirin, Resûlullah bize bir yazı yazsın ki ondan sonra sapıklığa düşmeyelim'' rivayeti karşılığında bu hadisi uydurmuşlardır… Acılar ona galebe çaldı. Bize Allah'ın Kitabı yeter… ‘‘Ben senden razıyım. Acaba sen de benden razı mısın?'' hadisi de bu türdendir.[17]
Ziyâd'ı nesebine ilhak etmesi
Aziz İslâm dininin yasak ve nehiyleri siyaseti de bağlayacak bir tarzdadır. Dolayısıyla ortada bir nehiy söz konusu ise bunu siyaseti dışta bırakacak tarzda yorumlayamayız. Bu hükümler sadece yönetim tabakasında olmayanlar için geçerlidir türü bir yamuk açıyla olaylara bakılamaz. Bir fiili avamın yapması ne kadar çirkin ise havas ve yönetim tabakasının yapması da o kadar çirkindir ve mahkum edilmelidir. Bunun deha ile açıklanması söz konusu olamaz. Kitab ve Rasûl'un emri kişiyi her koşulda bağlar. Bunca açıklama ve vurguda bulunmamızın gerekçesi Muâviye'nin, Ziyâd b. Ebîhi'yi kendi nesebine iltihak etmesidir. Konu hakkında Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) açık hükmü bulunmasına rağmen Muâviye fütursuzca bu çirkin eylemi yerine getirebilmiştir. Bu türden bir diğer fiili ise Arefe günü zeval vaktinden önce yerine getirilmesi gereken telbiyeyi terk etmesidir. Bu uygulaması Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) haccın menasikleri arasında yer alan bir uygulamasına açık bir reddiyedir.
Biz ibadetler sahasındaki sapmanın büyüklüğünün müşahede edilmesi için Nesâî de geçen rivayeti buraya derç ediyoruz:
“أخبرنا أحمد بن عثمان بن حكيم الأودي قال حدثنا خالد بن مخلد قال حدثنا علي بن صالح عن ميسرة بن حبيب عن المنهال بن عمرو عن سعيد بن جبير قال كنت مع ابن عباس بعرفات فقال ما لي لا أسمع الناس يلبون قلت يخافون من معاوية فخرج ابن عباس من فسطاطه فقال لبيك اللهم لبيك لبيك فإنهم قد تركوا السنة من بغض علي”
“Bize Ahmed b. Osmân b. Hakîm el-Evdî haber verdi ve dedi ki: bize Hâlid b. Hâlid rivayet etti ve dedi ki: bize Ali b. Sâlih, Meysere b. Habîb'den; O, el-Minhâl b. Amr'dan; O, Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Arafât'da İbn Abbâs ile birlikteydim. O: “Bana ne oluyor ki insanların telbiye seslerini işitemiyorum.” Deyince ben: “Muâviye'den korkuyorlar.” Diye cevaplandırdım. Bunun üzerine İbn Abbâs çadırından çıkıp şöyle dedi: “lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyk… Ali'ye (a.s.) duydukları buğzdan ötürü sünneti terk ettiler…”[18] Burada yığınlarca şey sayılabilirse de biz sadece en meşhurlarından bir iki örnek vermekle yetiniyoruz.
Bu bağlamda asıl konumuz olan Ziyâd'ı kendi nesebine iltihak etmesine geçelim. Türkçeye de kitabı çevrilmiş olan Muhammed Şâkir, Muâviye'ye yöneltilen eleştirileri ele aldığı bölümde bu eleştirilerin neredeyse bütününü delilsiz bir şekilde ve kendince bir düşünce yöntemiyle ret ederken tarihin bir hakikati olan bu olayı dahi inkar etmeye kalkışarak şöyle der: “Bunun zayıf olduğu anlaşılıyor. Ziyâd böyle bir sözü nasıl kabul eder. Muâviye böyle bir şeyi nasıl kabul eder? Müslümanlar İmam'ın bu açık muhalefetine nasıl rıza gösterirler? Dini hassasiyet mi zayi oldu? Din mi ortadan kalktı? Sahâbeler hayatta değiller miydi?”[19]
Şahsın Muâviye'ye yönelik eleştirileri cevaplarken izlediği yöntem hep bu. Hatta Emevî ve Abbâsîlere yönelik eleştirileri kendince “la yukalu” ve “lâ yümkinü” diyerek cevaplandırdığını sanmaktadır. Biz sadece mantığı görülsün diye yukarıdaki örneği sunduk. İstifhâmî inkârî (hiç mümkün müdür veya hiç makul mudur?) tarzındaki bir yaklaşım ilmî ve akademik bir üslup mudur, acaba?
Son dönemler itibariyle Türkiye'de Emevîliği savunma noktasında bu türden yaklaşımlar çokça görülmeye başlandı. Elbette dünya büyük bir köy halini almaya başladığından ötürü bu tür yaklaşımların Türkiye'de de görülmesine şaşıracak değiliz. Esasında düşüncelerin, kanaatlerin ve inançların ortaya konulması ve irdelenmesi gerektiğine inanmaktayız. Tabii ilmî bir disiplin, sağlam ölçüt ve kıstaslar çerçevesinde. Böyle bir yaklaşım tarzıyla değil. İslam coğrafyasının aydınlanması için düşüncelerin konuşulmasından zarar gelmez. Ama ilmî bir disiplin içerisinden aksi ortaya konulunca da hakikat adına bu tür eylemlerden de beri olduklarını beklememiz normal bir şeydir.
Her halükarda meseleye geçelim. Biz bizzat hadis mecmualarına müracaat ederek bu olayın bir hakikat olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
Buhârî, Kitâbü'l-Haccına aldığı bir rivayetin isnad zincirinde Ziyâd'ın ismi Ziyâd b. Ebû Süfyân olarak geçmektedir.
“أنَّ زِيادَ بنَ أبي سُفيانَ كَتَبَ إلى عائشةَ رَضيَ اللهُ عنها: إنَّ عَبْدَ اللَّهِ بنَ عَبَّاسٍ رَضيَ اللهُ عنهما قالَ: مَن أهْدَى هَدْيًا حَرُمَ عليه ما يَحْرُمُ علَى الحَاجِّ حتَّى يُنْحَرَ هَدْيُهُ.”
Ziyâd b. Ebû Süfyân, Aişe'ye mektup yazarak….[20] Yani Mahmûd Şâkir'in öyle sandığı gibi Muâviye'ye yönelik bir itham ve iftira değil, tarihin bir hakikatidir.
Yeni bir akım olarak İslam Tarihinin Abbâsîler döneminde yazıldığını dolayısıyla bu tarihlerin Emevîler hakkında aktardıkları bilgilere ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini belirtilmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki Abbâsîler Rıza Al-ı Muhammed diyerek Ehl-i Ali oğullarının hakkını gasp ederek yönetim mekanizmasını ele geçirmişlerdir. Yoksa o dönemin toplumu Emevîler karşısında Abbâsîlere destek verelim dürtüsüyle onlarla hareket etmiş değildir. Alevîler açısından bakılacak olursa bir gasıp ve zalim gitmiş yerine yeni bir gasıp ve zalim gelmiştir. Dolayısıyla Emevîlerin düştüğü pozisyona kendileri düşmüşlerdir. Onların Ali ve Ehl-i Beyt hakkında aktaracakları bilgilere de ihtiyatlı bakılmalıdır. Emevîlerle ilgili tarihi yaklaşımlarda değil belki bütün aktarımlar için söz konusudur. Dahası bu dönemde Buhârî ve Müslim gibi Emevî meşrep müellifler rahatlıkla bu dönemlerde eserlerini kaleme almışlardır.
Her halükarda Muâviye'nin böyle bir fiilde bulunduğuna dair elimizde bu rivayetin dışında –ki bu rivayetin kendisi dahi meselenin hakikati açısından yeterlidir- bir başka kanıt daha vardır. Bilindiği üzere Mâlik, hayatının bir bölümünü Emevîler döneminde geçirmiştir. Dolayısıyla el-Muvattâ'ında şeyhimden diye rivayet edeceği şahıslar büyük olasılıkla Emevîler döneminde yaşayan kimselerdir. Ziyâd b. Ebû Süfyân ifadesi el-Muvatta'da geçiyorsa ve bunu Mâlik kendisinden rivayet ettiği şahıstan aktarıyorsa Ziyâd'ın Emevîler döneminde bu ismi aldığı ve bu olayın Muhammed Mahmûd Şâkir'in iddia ettiği gibi bir itham ve iftira değil bir hakikat olduğunu ortaya koymaktadır.
Biz buna ilişkin kanıtımızı Buhâri Şarihlerinden Aynî'nin Umdetü'l-Kârisinden sunacağız. Gerçi Fethü'l-Bârî'de de hemen hemen aynı ifadeler geçmektedir. Ama biz Aynî'yi tercih edeceğiz.
“قوله: (إن زياد بن أبي سفيان)، كذا وقع في (الموطأ) وكان شيخ مالك حدث به كذلك في زمن بني أمية. وأما بعدهم فما كان يقال له إلا زياد بن أبيه. وقيل: استلحاق معاوية له لأنه كان يقال له: زياد بن عبيد، وكانت أمه سمية مولاة الحارث بن كلدة الثقفي تحت عبيد المذكور، فولدت زيادا على فراشه، فكان ينسب إليه. فلما كان في خلافة معاوية شهد جماعة على إقرار أبي سفيان بأن زيادا ولده، فاستلحقه معاوية لذلك وزوى ابنه ابنته،:”
“Ziyâd b. Ebû Süfyân” ibaresine gelince el-Muvatta'da (Mâlik'in eseri) bu şekilde geçmektedir. Mâlik'in şeyhi Ümeyye oğulları döneminde rivayeti bu şekilde aktarmıştır…. Muâviye'nin onu kendisine iltihak etmesinden ötürü böyle söylenmiştir… Muâviye'nin halifeliği döneminde bir cemaat, Ebû Süfyân'ın, ‘Ziyad benim oğlumdur' şeklindeki ikrarının olduğuna dair tanıklıkta bulunmuştur. Bundan dolayı da Muâviye onu kendisine ilhak etmiştir..[21]
Muâviye bu hareketiyle Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.): “Çocuk döşeğe aittir. Zinâkâra ise taş vardır” şeklindeki sahih nebevî buyruğa muhalefet etmiştir. Ortada nebevî buyruğu hiçe sayan iki kişi ve bir grup var. Muâviye, Ziyâd, Ebû Süfyân ve bu konuda tanıklıkta bulunanlar. Dahası bunu siyasetin bir gereği olarak görüp başarı sayanlar. Bu işlenen cürmün büyüklüğünün görülmesi için Sahîh-ü Müslim'de “Bâbü beyâni hâli imâni men rağibe an ebîhi ve hüve ya'lemu/ Bile Bile Babasını İnkar Eden Kimsenin İman Halini Beyan Babı” bölümünde geçen hadisleri serd ediyoruz.
112/61 Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdüssamed b. Abdülvâris rivayet etti. Dedi ki: Bize babam rivayet etti. Dedi ki: Bize Hüseyin el-Muallim, îbni Büreyde'den, o da Yahyâ b. Yamer'den, o Ebü'l-Esved'den, o da Ebû Zerr'den, o da Rasûlullah (s.a.a.)'den şöyle buyururken işitmiş olmak üzere rivayet etti: Bile bile babasından başkasının oğlu olduğunu iddia eden hiç bir adam yoktur ki, küfre sapmış olmasın. Her kim kendinin olmayan bir şeyi (Benim diye] iddia ederse o kimse bizden değildir. O, cehennemde oturacağı yere hazır olsun! ve her kim bir kimseyi kâfir dîye çağırır veya düşman olmadığı halde ona Allah'ın düşmanı derse, sözü kendi aleyhine döner.
Hadis muttefekun aleyhtir. Buhâri onu ‘Kitâbü'l-Menâkibinde rivayet etmiştir.
113 — (62) -Bana Hârûn b. Said el-Eylî rivayet etti. Dedi ki: Bize İbn Vehb rivayet eyledi. Dedi ki: Bana Amr, Cafer h. Rebîa'dan, o da Irak b. Mâlik'den naklen haber verdi ki, Irak Ebû Hüreyre'yi şöyle derken işitmiş: Gerçekten Rasûlullah (s): Babalarınızı inkâr etmeyin. Zira her kim babasını inkâr ederse bu yaptığı küfürdür, buyurdular.
114 — (63) -Bana Amir en-Nâkıd rivayet etti. Dedi ki: Bize Hüşeym b. Beşîr rivayet etti. Dedi ki: Bize Hâlid, Ebû Osmân'dan naklen haber verdi. Demiş ki: Ziyâd'a neseb iddia olunduğu zaman Ebû Bekre'ye rastladım; ve kendisine dedim ki: Bu yaptığınız nedir? Ben Sa'd b. Ebî Vakkas'i şöyle derken işittim: Kulaklarım Rasûlullah'ı “Her kim isiâmda, babası olmadığını bildiği halde babasından başkasını baba iddia ederse ona cennet haramdır” buyururken işitti. Bunun üzerine Ebû Bekre: Evet onu ben de Rasulûllah'dan (s) işittim, dedi.
115 — Bize Ebû Bekir b. Ebû Şeybe rivayet etti. Dedi ki: Bize Yahyâ b. Zckeriyyâ b. Ebû Zâide ile Ebû Muâviye, Âsım'dan, o da Ebû Osmân'dan, o da Sa'd ile Ebû Bekre'den naklen her ikisinin de: Bu hadisi Muhammed (s.a.a.)'den kulaklarını işitti; kalbim belledi: Her kim babası olmadığını bildiği halde babasından başkasını (baba) iddia ederse ona cennet haramdır, buyuruyordu,» dediğini rivayet ettiler.[22]
Siyaset adına bunu tolare edenler, lütfen bu hadisleri okuyup bir defa daha gözden geçirsinler.
Suyûtî ise Sahîh-i Müslim'in şerhi için kaleme aldığı ed-Dîbâc adlı eserinde bu İslam'daki ilk şerî hüküm değişikliğidir, notunu düşer.[23] es-Suyûtî'nin “evvelu kadiyyetin ğuyyire fihâ'l-Hükmü'ş-şeriyyu” ifadesi bu konuda en alt seviyede Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) bir teşriî hükmünün bulunduğuna ve bu teşriî hükmün çiğnendiğine işaret etmektedir. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) çocuk yatağa aittir hadisi/kavliyle Cahiliyye'ye ait bir hükmü yerle yeksan etmeyi dilemişse de bu durumda Muâviye Cahiliyye'nin değer yargılarından birisini bilerek (veya bilmeyerek) muhkem hale getirmiş olur.
İbn Hacer'in Fethü'l-Bârî'de geçen şu ibareleri ortada bir Câhiliyye uygulamasının olduğunu, Rasûl-u Azâm'ın bu uygulamayı ortadan kaldırdığını gözler önüne serdetmektedir. Muâviye ise bu Câhiliyye hükmüne uygun davranmaktadır.
“كان أهل الجاهلية يقتنون الولائد ويقررون عليهن الضرائب فيكتسبن بالفجور وكانوا يلحقون النسب بالزناة إذا ادعوا الولد كما في النكاح”
Câhiliyye ehli çocukları alır, kadınların üzerine malî yükler koyar. Hayasızlığı bir kazanç vesile olarak görür, nikahta olduğu gibi zinadan dünyaya gelen çocukların neseplerini zinâkârlara nispet ederlerdi.[24]
Yani Muâviye Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) inkılabına yönelik gerçekleştirilen Karşı Devrim hareketinin bir ayağını daha gerçekleştiriyor. Dolayısıyla Hz. Rasûlullah'ın (s) arkasından gelen herkesi Halife ve İslam yöneticisi olarak görme şeklindeki bir anlayış ve algı gözden geçirilmeli, halifenin, müstahlifin nitelik ve özelliklerini yansıtan birey olduğu şeklindeki mana göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Muâviye, Allah Rasulünün ilahî kulluk ve adalet eksenli devlet ve yönetimini gerçekleştiriyorsa o halifedir, değilse Rasûlullah'ın halifesi değil belki cahiliyye anlayış ve algılayışının halifesidir. Değerlendirme ve kriter buna göre yapılmalıdır.
Bu bölümü bir İslam Tarihçisi olan İbnü'l-Esîr'in şu sözleriyle sonlandırıyoruz.
“Onun Ziyâd'ı bu şekilde kendisine ilhak etmesi İslâm şerîatinin hükümlerinin alenî olarak ilk defa çiğnenmiş olduğu bir hadise idi; çünkü Rasûlullah (s) bir çocuk için kimin yatağında doğmuşsa onun nesebine bağlı olduğu hükmünü getirmiş ve zina edenin de recmedilmesini emretmişti… Muâviye'nin mazur olduğunu göstermek isteyenler… Bu fiil ise bütün müslümanların ittifak ile reddettiği bir nikâhtır. Aynı şekilde her hangi bir hususta buna benzer bir ilhak kesinlikle vaki olmuş değildir. Bundan dolayı da Muâviye'nin elinde bu hususta hiç bir delil yoktur.”[25]
Ganimetlerin altın ve gümüşünün kendisine tahsis edilmesi
Olayı İbn Asem'in el-Fütûh'undan aktaralım.
“Hakem b. Amr salih bir zattı ve Rasûlullah'ın (s.a.a.) sahabelerindendi. Vesikayı alıp insanlara seslendi. Allah yolunda cihat etmek isteyen Basra'daki kabilelerden birçok kişi onun etrafında toplandı. Hakem b. Amr onlar için erzak hazırladı, bu erzakı onlara dağıttı ve onları donatıp teçhizatlandırdı. Sonra da Horasan şehirlerine doğru harekete geçti. Fars diyarına doğru yol aldı. Fars diyarından Horasan'a doğru ilerlerken en büyük yola girdi. Şehir şehir ilerliyordu. Merv'e ulaşıncaya kadar bütün şehirleri fethetti ve Merv'de konakladı.
Merv'e varınca Allah'ın kendisine bağışladığı fetihleri ve elde ettiği ganimetleri haber vermek üzere Ziyâd b. Ebîh'e bir mektup yazdı. Ziyâd da bu durumu haber vermek üzere Muâviye'ye bir mektup yazdı. Muâviye, Hakem b. Amr'a yanındaki altın ve gümüşleri muhafaza edip onları Şam'daki Beytülmale göndermesini, geri kalanını ise Müslümanlar arasında taksim etmesini emretmesi için Ziyâd'a bir mektup yazdı. Ziyâd bu içerikte bir mektubu Hakem b. Amr'a yazdı.
Ziyâd'ın mektubu Hakem'e gelince o, insanlara hitap etmek üzere ayağa kalktı. Allah'a hamdü senada bulunduktan sonra şöyle dedi: “Ey insanlar! Muâviye, bana altınları ve gümüşleri muhafaza etmemi emretmesi için Ziyâd'a bir mektup yazmıştır. Ben Rasûlullah'ın (s.a.a.) ‘Gökler ve yer Allah'tan korkan bir adamın üzerinde halka olsalar, Allah kuşkusuz ona bir çıkar yol gösterir.' buyurduğunu işittim. Rasûlullah'ın (s.a.a.) buyruğu Muâviye ve Ziyâd'ın sözlerini temel almaktan daha önceliklidir. Allah sizlere merhamet eylesin, Allah'ın sizlere bağışladığı şu feyiniz için toplanınız.” Hakem b. Amr daha sonra bu ganimetlerin humusunu çıkartıp onları Ziyâd'a gönderdi. Geriye kalanını ise Müslümanlara taksim etti. Sonra da şöyle dedi: “Allah'ım! Ben Ümeyyeoğullarından bıkıp usandım. Onlar da benden bıkıp usandılar. Allah'ım onları benden beni de onlardan taraf rahata kavuştur.”[26]
Bu olay sadece İbn Asem'de değil, et-Taberî'de[27] ve İbnü'l-Esîr'de[28] de geçmektedir. Özetle ganimetlerin taksimine ilişkin Kitabın ve sünnetin uygulamasına yönelik Muâviye tarafından bir tahrif ve tağyir söz konusudur. Fetih politikalarının ne derece İslamî ve insanî olduğunun sorgulanmasının gerekliliği bir yana, elde edilen ganimetlerin gözde olanlarının devlet başkanına aidiyeti gibi bir mantığın Kur'an ve sünnetin ilke ve prensiplerine aykırılığı göz ardı edilmemeli ve bu tavır şiddetli bir şekilde mahkum edilmelidir. Esasında bu noktada Hz. Rasûlullah ve İmam Ali'nin Beytülmal ümmetin genel malıdır, adalet ilkesine göre dağıtımı yapılmalıdır, şeklindeki Öz Muhammedî İslam ile Beytülmalın tasarrufu Devlet Başkanına ve yöneticiye, halifeye, reis-i cumhura aittir şeklindeki yönetici ve reayanın anlayışları karşılaştırılmalı, İslamî ve insanî değer yargılarına yeniden arz edilmelidir. Zira günümüzde (kadim dönemlerde de böyleydi) kendisini İslam'a nispet edenlerin kahir ekseriyeti bu bakış açısına ve anlayışına sahipler. İşte bu anlayışın tipik temsilcilerinden birisi olarak karşımıza Muâviye çıkmaktadır. Nebevî anlayışı değiştirip yerine kendi anlayışına uygun bir beytülmal tasarrufunu hakim kılmaya çalışması karşı devrim hareketinin bir başka boyutunu gözler önüne sermektedir.
Bu olayın akıbeti oldukça ilginç. Her ne kadar Emevî meşrep İbn Kesîr ve ez-Zehebî Muâviye'ye ta'n bulunan bu rivayetleri kabul etmek istemeseler de bu olay tarih sayfasında yerini almış, el-Hakem b. Amr “Allah'a isyanda, yaratılana itaat söz konusu olamaz” nebevî buyruğundan ötürü Muâviye'nin Kitab'a ve sünnete aykırı olan bu uygulamasına direndiğinden ötürü[29] işkence ve eziyetlere maruz kalarak vefat etmiştir.[30]
İbn Hacer'in el-İsâbesinde geçen bilgilere göre Muâviye emrini dinlemediğinden ötürü onu prangaya vurdurmuş ve bunun akabinden ise vefat etmiştir.
İbn Hibbân ise Meşâhîrü Ulemâi'l-Emsâr adlı eserinde Muâviye'nin bizzat prangaya vurma emri verdiğini, el-Hakem'inde Muâviye'nin yönetimi döneminde hicretin 50. Yılında vefatına kadar prangalar içinde kaldığını, kendisinin de “Kıyamet gününde Ebû Abdurrahman ile muhasame edebilmek için beni bu prangalarla kabre gömün” şeklinde vasiyet de bulunduğunu ve vasiyeti gereğince kabre prangalar ile gömüldüğünü ve kabrinin Büreyde el-Eslemî'nin kabrinin yanında olduğunu belirtir.[31]
İmam Ali'ye sövgü ve lanet
İnsanın beden, akıl ve kalp olmak üzere üç boyutu vardır. Ne var ki beden somut, müşahhas ve son derece belirgin olduğundan ötürü bedensel hazlardan zevk almayan bir tanesinin hasta olduğuna hüküm etmek kolaydır. Gülden hoşlanmayan veya ormanlık bir alanda bulunduğu halde canı sıkılan bir kimsenin rahatsız olduğuna veya anormal olduğuna hüküm edilse herhalde bir itiraz söz konusu olamaz. Fakat iş aklî ve kalbî hazlara geldiğinde aynı şeyi söylemek zordur. Ama aklı başında bir insan Hz. Rasûlullah'ın aklî ve kalbî yetenekleri karşısında hayranlık duymuyor ve etkilenmiyorsa o kişinin aklî ve kalbî yönden sağlıklı olmasından bahs edilemez. Ne var ki aklî ve kalbî kriterleri doğru belirlemek gerekiyor, bu alanlara ilişkin sağlıklı ve marazlı insan tanımını doğru bir şekilde yapabilelim. İlim, şecaat, güç, kudret, zühd, takva, vera, adalet, sabır, cömertlik, tevazu, Allah'a gönülden bağlılık, tevekkül bunlardan bazılarıdır. Bu veya buna benzer hususlarda kemal sahibi olan birisinden tiksinmek, sevmemek, ondan uzak kaçmak aklî ve kalbî alanda hasta olmak demektir. Bir makalenin hacmini çok aştığından ötürü bunlardan her birisi hakkında birer örnek vermek yazının hacmini kabartacağından ötürü şu anlık bu bölümü geçiyoruz. Kemal sahibi olan Zat'ın bir şahsın konumunu belirtmesi, onun makamını ortaya koymayı bizim hacetimizi fazlası ile gidereceğinden sadece onun bir sözünü arz etmekle yetiniyoruz.
“Ey Ali! Senin bana nazaran konumun Hârûn'un (a.s.) Mûsâ'ya nazaran konumu gibidir. Ne var ki benden sonra nebi yoktur.”
Nübüvvet dışında sahip olduğu makamların bütününü İmam Ali'ye tahsis ettiğine göre İmam Ali'den nahoş olan birisi kendisini yukarıda belirttiğimiz alanlarda sorguya ve sigaya çekmelidir.
Konunun özüne geçelim. Ali'ye (a.s.) minberlerde lanet eden, hakaret ve sövgülerde bulunan birisi gülden haz almayan kimse gibidir. Hatta daha da ötesidir. Zira bedenî hazların zirvesi, aklî hazların en alt seviyesi; aklî hazların da en üst seviyesi kalbî hazların en alt seviyesidir. Böyle bir kimse varlık aleminin sıfır seviyesinde değil çukurlarda yerini almıştır.
Bu açıdan olaya bakıldığında karşımıza şu iki husus çıkmaktadır.
a- Hz. Rasûlullah'tan (s.a.a.) aktarılan nebevî katî nasslar İmam Ali (a.s.) sevgisini farz kılmaktadır. Ona buğz etmeyi, eziyette bulunmayı nifak olarak tanımlamakta ve Allah ve Rasulüne savaş olarak ifade etmektedir.
b- Muâviye, İmam Ali (a.s.) ile savaşmış, Ona buğz etmiş, hakaret ve sövgülerde bulunmuştur. Dolayısıyla gülden haz almayan bir insanın beden sağlığı ne kadar ise akıl ve kalp aleminin gülü olan İmam Ali'den (a.s.) haz almayan etkilenmeyen bir kimsenin aklî ve kalbî sağlığı o derecededir, belki de daha kötüdür.
Rivayetlere geçelim. Bu sahanın latif ve zarif haberlerinden birisi şu olaydır.
Ebû Abdullah el-Cedelî'den şöyle rivayet edilmiştir: Ümm-ü Seleme bana şöyle dedi: İnsanların gözü önünde aranızda Hz. Rasûlullah'a mı sövülmektedir? Ben: “Sübhanallah, Hz. Rasûlullah'a (s.a.a.) nasıl sövülür ki?” diye sorunca şöyle karşılık verdiler: “Ali b. Ebû Tâlib'e ve sevenlerine sövülmüyor mu? Allah Rasûlünün (s), Ali'yi sevdiğine tanıklıkta bulunurum.”[32]
Hakim bu hadisin isnadının sahih olduğunu belirtir.
Taberânî ise bu hadise şu notu düşer: Hadis hasen seviyesinde olup hadisin isnad zincirini oluşturan kişiler sikadır.
Her ne hikmetse İbn Kesîr el-Bidâye ve'n-Nihâye adlı eserinde “ولكن أسانيدها كلها ضعيفة لا يحتج بها.” Bu hadislerin bütününün isnad zincirleri zayıf olup kanıt olarak kullanılabilecek seviyede değildir, der.[33]
Tabii bir isnad zinciri değerlendirmesine gitmeksizin bunu söyler. Sebb/sövgü ve şetm/hakaret eylemleri Muâviye tarafından gerçekleştirildiğine göre ona laf uzatılmamalıdır.
Hadisin bir başka varyantında ise şu ifade geçmektedir: “Ümm-ü Seleme şöyle dedi: Hz. Rasûlullah'ın: Ali'ye söven bana sövmüş olur, buyurduğunu işittim.”[34]
Bu hadisin zarif ve latif tarafı şudur ki; Ümm-ü Seleme tereddüde düşmeksizin İmam Ali'ye sövmeyi Hz. Rasûlullah'a (s.a.a.) sövme ile eş değer tutmaktadır. Hadisten başka çıkarsamalara gidilebilirse de bu kadarı bizim için kafi ve ihtiyacımızı karşılayacak seviyededir.
İmam Ahmed b. Hanbel Müsnedinde şöyle der: Bize Yakûb b. İbrahim rivayet etti ve dedi ki: bize babam rivayet etti ve dedi ki: bize Muhammed b. İshak, Ebân b. Sâlih'ten; o el-Fazl b. Makıl b. Sinân'dan; o Abdullah b. Neyaz el-Eslemî'den; o Amr b. Şâş el-Eslemî'den –ki bu şahıs Hudeybiye ashabındandır- şöyle rivayet etmektedir: “Ben, Rasûlullah'ın (s.a.a.) Yemen'e gönderdiği süvariler arasında Ali b. Ebî Tâlib ile beraberdim. Hz. Ali bana biraz sert davrandı. Ona karşı biraz kırgınlık hissettim. Medine'ye geldiğimde her mecliste ve karşılaştığım her kimse nezdinde Ali'nin (a.s.) şikayetini yaptım. Bir gün mescide gittim. Baktım ki, Rasûlullah orada oturuyor. Gözlerine baktığımı görünce o da bana baktı. Gidip yanına oturunca bana şöyle dedi: ‘Doğrusu yemin ederim ki, ey Amr b. Şâs, sen bana eziyet ettin' Ben de bunun üzerine: ‘Rasûlullah'a eziyet etmekten Allah'a ve İslâm'a sığınırım' dedim. Rasûlullah (s.a.a.): ‘Ali'ye eziyet eden, bana da eziyet etmiştir' dedi.”[35]
Rivayetin sıhhati hakkında ise Heysemî şöyle der: Bu hadisi Ahmed, Taberânî (özetleyerek), Bezzâr (daha da özet bir tarzda) rivayet etmişlerdir. Ahmed'in isnad zincirinde bulunan şahıslar sikadır.[36]
Hâkim ise daha da ileri gider ve şöyle der: Bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartına göre sahih olduğu halde tahriç etmemişlerdir.[37]
Bir üçüncü değerlendirmeyi ise Müsnedin muhakkıkı Hamza Ahmed Zeyn'den aktaralım. Bu hadisin isnadı hasendir… Bu hadisi İbn Ebî Şeybe de Fezâil'de, İbn Hibbân… Hâkim Müstedrek'te sahih olduğunu belirterek rivayet etmiştir. Zehebî de onun bu yargısına muvafakat etmiştir.[38]
Bir değerlendirme
Hadisin içeriği ne kadar da açık! Hz. Rasûlullah (s.a.a.), İmam Ali (a.s.) hakkındaki eleştiriyi kendisine eziyet olarak takdim etmektedir. Kur'anî bir hakikat olan ‘Rasûlullah'ın (s.a.a.) beşerliği' söylemi son dönemler itibariyle yanlış düşünceleri bir nikabı haline gelmiştir. Kur'anî hakikat, Rasûlullah'ın cins ve türünü vurgularken, bu yelpaze nefsanî dürtüleri Rasûl-u Azam'a yamamaya birer vesile olmuştur. Bu amaçla da Rasûlullah'ın beşerî duyguları kabarıp yakın akrabasını koruma dürtüsüyle hareket etmiştir, diyen yorumla karşılaşabiliyoruz. Biz bu çerçevedeki bir konuşmaya verdiğimiz cevabı adres olarak göstermekle yetinmek istiyoruz.[39] Sadece bu ve buna benzer düşünceleri benimseyenler için bir iki kelam etmek istiyoruz.
-
Allah'ın ictiba (hayır ve erdemleri kendisinde toplamak suretiyle seçtiği) ve istifa (kirleri kendisinden arındırarak seçtiği) Allah'ın elçisi hakkında o nefsanî dürtülerin etkisi altında kalacak, tarafgirlik yapacak bir şahıs değildir.
-
O da insandır. Damadı ve akrabasının eleştirilmesine içerlenmiş, tarafgir davranmış ve bu eleştiriyi kabul edememiştir.
Bu satırların yazarı Allah-u Teâlâ'nın huzuruna bu olay hakkında ilk şıkka inanarak varmak kanaatindedir. Ama yeri gelmişken Rasûlullah'ın eylem, söz ve takrirleriyle ilgili yanlış anlaşıldığına kanaat ettiği ve tartışmaların odağındaki bir ayete de atıfta bulunmak istiyoruz.
“Allah'ın (başka) beldeler halkından alıp resulüne fey‘ olarak verdikleri, Allah'a, peygambere, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir; (servet) içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir şey olmasın diye böyle hükmedilmiştir. Rasul size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının. Allah'a karşı saygısızlık etmekten sakının. Kuşkusuz Allah cezalandırmada çok çetindir.” (59/el-Haşir/7)
Bu ayet kadim dönemlerden bu yana iki şekilde anlaşılmıştır. Siyak-sibak içerisinde ele alınıp sadece olaya ve ganimetlere özgü olduğuna yönelik bir okuma. İkincisi ise genel bir hakikatin bir olaya tatbiki şeklindeki bir okuma. Olayın somut bir hal alması için bir örnekle açıklamaya çalışalım. Sınıfta bir öğrencinin bir olay hakkında bir başka öğrencinin “Hocam, Ahmet yalan söylemektedir.” şeklindeki bir suçlaması olsun. Biz de Ahmet'in yalan söylemediğini belirtmek için “Arkadaşlar ben olayın iç yüzünü biliyorum. Ahmet yalan söylemiyor.” şeklinde bir cümle kuralım. Doğal olarak bizim bu cümlemiz Ahmet'in hayatı boyunca hiç yalan söylemediği anlamına gelmemekte ve sadece bu olay özelinde Ahmet'in yalan söylemediğini ifade etmektedir. Ayette geçen “Rasul size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının.” cümle bu türden bir cümle midir ve sadece peygamberin ganimet, fey gibi hususlardaki dağıtımına mı yöneliktir.
Yoksa arkadaşlar “Ahmet, zinhar yalan söylemez.” türünden bir cümle midir? Yani Ahmet sadece bu olay özelinde değil hayatının hiçbir eyleminde yalana tasavvur edecek birisi değil midir, türünden midir? Her ikisi de siyak-sibak eksenli bir okuma olup son noktayı koyabilmek için cümleyi oluşturan sözcüklere ve vurgulara yönelmek gerekiyor.
İlk bakışta ilk görüş doğruya yakın gibi görünse de ayeti oluşturan sözcüklere baktığımızda ayetin zahirinin ikinci görüşünü desteklediğini rahatlıkla görebilmekteyiz. Zira ayet maddî bir şeyi vermek anlamına gelen “أعطاكم الرسول،” ifadesini kullanmıyor. “مَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ/” Atakümü'r-Rasûlu kelimesini kullanıyor. Cümlenin kendisinde mukabele sanatı da söz konusu. “ve mâ nehâküm anhu fentehu/sizden her neyi nehiy etti ise” bölümü atakümü'r-rasûlu (rasul size her neyi verdiyse) nehyin zıddı olan emrin ve dolayısıyla Rasûlullah'ın söz, eylem ve takrirlerinin kuvvet derecesine göre bağlayıcı ve geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla ayetin zahiri ikinci görüşü daha bir desteklemektedir. Nehy yasak anlamına geldiğine göre ayetin bu bölümündeki “ata” vermek ise emir ve direktif ortaya koyma anlamındadır. Dahası ayette maddî bir şeyi vermek anlamına gelen “a'ta (اعطى)” kelimesinin kullanılmayıp da ata kelimesinin ahz sözcüğü ile kullanılması da ayete verdiğimiz anlamı daha bir pekiştirmektedir. Son söz olarak ayetin verdiği mesaj şudur: Ganimet ne ki rasulün emir ve nehylerinin bütününden ahz etmek (tutunmak) ve intiha etmek (kaçınmak) ile yükümlüsünüz. Son söz Hz. Rasûlullah (s.a.a.) özelinde rasul kelimesi Kur'an'da kimilerinin sandığı gibi hakikati luğaviyye anlamı (sözlük anlamında) değil hakikat-i müşerria (şerî hakikî) anlamında kullanılmaktadır. Dolayısıyla peygamberin bütün tavır ve fiilleri ilahî onaydan geçmiştir.
Kaldığımız yerden devam edelim:
Bir diğer rivayet: Musab b. Sa'd b. Ebû Vakkâs, babasından şöyle rivayet etmektedir: Ben ve iki kişi mescitte oturmakta idik. Ali (a.s.) hakkında ileri geri konuştuk. Hz. Rasûlullah (s.a.a.) yüzünden öfke alametleri okunur bir tarzda yöneldi. Ben Onun öfkesinden Allah'a sığındım. Bunun üzerine o şöyle buyurdu: “Size ve bana ne oluyor! Kim Ali'ye eziyet edecek olursa bana eziyet etmiş olur.”[40]
Ahmed, Ebû Hâzim, Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet etmektedir: Hz. Peygamber (s.a.a.) İmam Ali, el-Hasan, el-Hüseyin ve Fâtıma'ya (a) bakarak şöyle buyurdu: Ben sizinle savaşanla savaş halindeyim. Sizinle barışanla barış içindeyim.[41]
Müslim, Adiy b. Sâbit'ten; O, Zirr'den şöyle rivayet etmektedir: Ali (a) şöyle buyurdular: Adiy b. Sâbit'ten o da Zirr b. Hubeyş'ten o da Ali'den rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: “Daneyi yaran ve insanı yaratan Allah'a yemin ederim ki, beni müminden başkasının sevmemesi ve münafıktan başkasının bana buğz etmemesi ümmî olan Peygamber'in (s.a.a.) bana kat-i bir ahdu peymanıdır.”[42]
Taberânî, Fıtr b. Halife'den; O, Ebü't-Tufeyl'den şöyle rivayet etmektedir: Ümm-ü Seleme'nin şöyle dediğini işittim: Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim: Ali'yi (a.s.) seven beni sevmiş olur; beni seven ise Allah'ı sevmiştir. Ali'ye (a.s.) buğz eden bana buğz etmiştir; bana buğz eden ise Allah'a buğz etmiştir.”[43]
Suyutî, bu rivayet hakkında Tarîhü'l-Hulefâ adlı eserinde şu ibareyi kullanır: “Taberânî, sahih bir isnad zinciri ile Ümm-ü Seleme'den…”[44]
Suyûtî'nin kendisi el-Camîü's-Sağîr adlı eserinde şöyle rivayet etmektedir: “Ali'yi seven beni sevmiştir. Ali'ye buğz eden ise bana buğz etmiştir.” (S. H.)[45]
(S.H.) rumuzları hadisin sahih olduğunu gösterir.
Muhakkık dipnotta şöyle der: “Bu hadisi el-Hâkim el-Müstedrekinde tahriç etmiş ve şöyle demiştir: Bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre de sahihtir. Ez-Zehebî de onun bu tespitine muvafakat etmiştir. Bu hadisi Ahmed ve et-Taberânî, Mucemü'l-Kebîr'de Ümm-ü Seleme'den tahriç etmiştir. ”[46]
Bir de modern dönemlerden bir muhaddisin tanıklığını sunalım.
Allâme Albânî şöyle der: “Ali'yi (a.s.) seven beni sevmiştir. Beni seven ise Allah azze ve celleyi sevmiştir. Ali'ye (a.s.) buğz eden bana buğz etmiştir. Bana buğz eden ise Allah azze ve celleye buğz etmiştir.” Bu hadisi el-Muhlas el-Fevâidü'l-Müntekât adlı eserde sahih bir isnad zinciri ile Ümm-ü Seleme'den tahriç etmiştir. Ümm-ü Seleme der ki; Rasûlullah'ın böyle söylediğine tanıklık ederim.[47]
Faydasız çırpınışlar
Karşı devrim hareketinin her dönemde taraftarları olmuştur. Onlar Ümeyye oğullarının böyle bir şey yapmadıklarını iddia etmişlerdir. İlk akla gelenler, Türkçeye eserleri çevrilmiş olan Muhammed Ali Sallâbî[48], Mahmûd Şâkir,[49] ve Abdülhalîm Uveys bunlardan bir kaçıdır.[50]
Sallâbî, Muâviye'nin hilim sahibi olduğundan hareketle böyle bir şeyin olamayacağını belirtir. Sahîh-ü Müslim'de geçen “فقال: ما منعك أن تسب أبا تراب؟” Seni Ebû Turâb'a sebbetmekten (sövmekten) engelleyen nedir şeklindeki ibareyi de cümleden anlaşılan anlamın aykırı gelecek bir şekilde yorumlar.
Sallâbî'nin nezdinde Mesûdî, Demîrî, Yakûbî, Ebü'l-Ferec el-İsbâhânî gibi müellifler makbul birer tarihçi olmadıklarından ötürü bunların anlatacakları ta en baştan yanlıdır ve geçersizdir. Ama biz bizzat onun da muteber kabul edeceği bir şahıstan İbn Abdülberr'den bir rivayette bulunacağız. Bu rivayet öyle Müslim'de geçen Ali'ye sebb/sövme rivayetinin aslında Muâviye sebebini öğrenmek istiyordu, yoksa kendisi de lanet etmeye taraftar değildi, Ali'ye sövenler vardı, Muâviye Ali'ye sövenler ve hakaret edenler zümresinde değildi, sadece bu olayda doğru tutumun ne olduğunu öğrenmek istiyordu şeklindeki yapılan tevilleri ve yorumları devre dışı bırakıp bizzat Muâviye'nin kendisinin sebb ettiğine ve valilerine de sebbetmeyi emrettiğine dair yaklaşımın doğruluğunu ortaya koymaktadır. Zaten yukarı da Muâviye'nin Ali'ye (a.s.) duyduğu buğz ve kinden ötürü işi haccın menâsiklerinden birisi olan telbiyeyi bülend bir sada ile eda etmeyi yasaklamaya kadar götürmüştür.
Biz haberimize geçelim. Hasan b. Ali (a) vefat edince Muâviye haccedip Medîne'ye geldi. Allah Rasulünün minberinde Ali'ye (a) lanet etmek istedi. Kendisine: “Sa'd b. Ebû Vakkâs buradadır. Biz onun bu fiile razı olacağını düşünmüyoruz. Ona bir elçi gönderip görüşünü al” denildi. Muâviye de bunun üzerine Sa'd'a bir elçi gönderip bu durumu kendisine zikir edince şöyle dedi: Eğer bunu yapacak olursan Allah'a kasem olsun ki mescitten çıkarım da bir daha mescide dönmem. Sa'd vefat edinceye kadar Muâviye, (İmam) Ali'ye (a) lanet etmekten kaçındı. Sa'd vefat edince minberde (İmam) Ali'ye (a) lanet etti ve amillerine (valilerine de) Ona lanet etmeleri(ni emreden) birer mektup gönderdi. Onun amilleri de İmam Ali'ye lanet ettiler. Hz. Peygamber'in eşi Ümm-ü Seleme, Muâviye'ye: “Ali b. Ebû Tâlib'e ve onu sevenlere lanet mi ediyorsunuz. Ben tanıklık ederim ki Allah ve rasulü Ali'yi sevmekte idiler.” Şeklinde bir mektup yazdı ise de Muâviye bunu nazarı dikkate almadı.[51]
Bu acizin de Ali'ye (a) sebbetme hakkında Şia bilginlerinden ayrı bir görüşü vardır. Yukarıda kısmen değindik. Muâviye'nin Ali'ye laneti hilafetinin ikinci yarısından itibarendir. En baştan itibaren böyle bir işe girişmiş değildir. Hz. İmam Hasan ile barış anlaşması imzalarken Muâviye anlaşmanın şartlarına riayet etme niyetindeydi. Ama İmam Hasan'ın, Ehl-i Beyt'in yücelik, fazilet ve meziyetlerinin toplum nezdinde bilinmesi ve makamlarının anlaşılması gerektiği yönündeki siyaseti o günün İslam toplumunda meyvesini vermeye başlayıp Muâviye'nin saltanatı için tehlike oluşturmaya başlayınca o engin siyasî dehasına (!!!) baş vurup İmam Hasan'ı hatta Sa'd b. Ebû Vakkâs'ı zehirlettirip ondan sonra telin ve sebb olayına başladı.
Buhârî'nin karartma çabaları
Sallâbî ve benzerlerinin nezdinde Buhârî gibileri güvenilir kimselerdir. Onların Ali ve Ehl-i Beyt aleyhinde yaptıkları karartma çabaları adalet ve güvenilirliklerine zarar vermez. Biz daha önceki çalışmalarımızdan birisinde Buhârî'nin “Ali'yi sevmek imandan; Ona buğz etmek nifaktandır” şeklindeki hadisin isnad zincirindeki ricaller Buhârî'nin adamlarından olduğu halde bunu Sahîhine almadığına değinmiştik. Şimdi burada bir başka örneğe geçeceğiz.
“قال حدثنا عبد الله بن مسلمة حدثنا عبد العزيز بن أبي حازم عن أبيه (سلمة بن دينار) أن رجلا جاء إلى سهل بن سعد فقال: هذا فلان لأمير المدينة يدعوعليا عند المنبر قال: فيقول ماذا؟ قال يقول له: أبوتراب فضحك، قال: والله ما سماه إلا النبي وما كان والله له اسم أحب إليه منه”
“Bize Abdullah b. Mesleme rivayet etti ve dedi ki: bize Abdülazîz b. Ebû Hâzim, babası Seleme b. Dînâr'dan naklen şöyle rivayet etti: Bir kimse Sehl ibn Sa'd'a geldi de: ‘Medîne Emîri şu falanca minberin yanında Alî'yi razı olunmayan bir şeyle zikrediyor, dedi.
Râvî Ebû Hazım dedi ki: Sehl: ‘Bu emir Alî için ne söyledi?' diye sorunca ravi Ebû Hazım dedi ki: ‘Emîr, Alî'ye Ebû Turâb diyor,' deyince Sehl b. Sa'd güldü de: ‘Vallahi bu lakabı Alî'ye muhakkak Peygamber isim yapmıştır ve Alî'ye bundan daha sevgili bir isim de olmamıştır, dedi.[52]
Rivayetin bir de Sahîh-ü Müslim'de geçen versiyonuna bakalım. Bize Kuteybe b. Saîd rivayet etti. Dedi ki: Bize Abdülazîz (yâni İbn Ebû Hâzim) Ebû Hâzim'den, o da Sehl b. Sa'd'dan naklen rivayet etti. Sehl şöyle demiş: Medine'ye Mervan hanedanından bir zât vali tâyin edildi. (Bu zat) Sehi b. Sa'd'i çağırarak Âli'ye sövmesini emretti, Sehl buna razı olmadı. Vali ona: ‘Madem ki, buna razı olmuyorsun (hiç olmazsa) Allah Ebû't-Türâb'a lanet etsin de' dedi. Bunun üzerine Sehl şunu söyledi: ‘Ali'nin kendince Ebû't-Türâb'dan daha sevimli bir ismi yoktu. Bu isimle çağrıldığı vakit gerçekten sevinirdi….[53]
Her iki rivayetin sonunda da Ebû Turâb lakabının gerekçesi sunulmaktadır. Ancak sunulan gerekçe bizce geçerli olmadığından o bölümü zikir etmedik. İnşallah onunla ilgili bağımsız bir çalışma kaleme almaya çalışacağız.
İrşâdü's-Sârî'de bu valinin ismi Mervân b. el-Hakem olarak geçmektedir.[54]
Kimileri Muâviye'nin İmam Ali'ye sövmediğini ve sebbetmediğini dahası faziletini ikrar ettiğini söylemeye çalışmaya kalkışmışlarsa da bir el çabukluğuna gitmekten başka bir şey değildir. Zira Muâviye'nin İmam Ali'nin faziletini ikrar ettiği rivayetler ele alınıp incelendiğinde kendiliğinden değil, karşısında bulunan şahısların gülün rana ve pak kokusundan bahs etmesi gibi İmam Ali'nin insanların meftun olacakları hususiyet ve meziyetlerini anlattıklarında icbaren söz konusu fazileti ikrar etmiştir. İmam Ali'nin anlatılan faziletlerini inkara kalkışması halinde durum daha kötü olacağından ötürü zorunlu olarak o fazileti ikrar etmiştir. Kaldı ki yukarıda da gördüğümüz üzere normal koşullarda Muâviye ve Emevîler İmam Ali'ye ve uygulamalarına olan düşmanlığını açıktan ortaya koymaktan çekinmemiştir. Bu düşmanlık o derece belirgindir ki ismine dahi tahammül edememiştir.
Buna dair birkaç örnek sunalım.
Uley b. Rebâh: Hafız Zehebî'nin Siyerü Alami'n-Nübela adlı eseri.
Yazar şöyle der: Üley İbn Rebâh; İmam ve sikadır. Ebû Mûsâ el-Lahmî el-Mısrî. Amr İbn el-As, Ukbe İbn Amir ve Ebû Katâde el-Ensârî gibi bir grup sahabiden hadis dinlemiş ve rivayet etmiştir. ..Tabiun'un ileri gelenlerindendir. Ebû Abdurrahmân el-Mukrî şöyle der: Ümeyye oğulları adı Ali olanları öldürmekteydi. Bu durum Rebâh'a ulaştırılınca oğlunun ismini değiştirerek ismi tasğir şeklinde Uley yaptı. [55]
Görüldüğü gibi Ali ismine dahi tahammülleri yok. Çocuklara takılan Ali'nin ismini dahi değiştirmeye çalışıyorlar.
“Bize Kuteybe b. Saîd ile Muhammed b. Abbâd rivayet ettiler. Lafız da birbirlerine yakındırlar. Dediler ki: Bize Hatim -bu zat İbn İsmaildir- Bükeyr b. Mismar'dan, o da Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan, o da babasından naklen rivayet etti. (Şöyle demiş): Muâviye İbn Ebû Süfyân Sa'd'a emir vererek şöyle dedi: ‘Ebu't-Turab'a sövmekten seni ne menetti?'
O da ‘Benim söyleyeceğim üç şey var ki; bunları onun için Hz. Rasûlullah (s.a.a.) söylemiştir. Bundan dolayı ben ona asla sövemem. Bu üç şeyden birinin benim olması bence kızıl develerden daha makbuldür. Ben Rasûlullah'ı (s.a.a.) gazalarından birinde onu yerine bıraktığı, Ali de ona Ey Rasûlullah! Beni kadın ve çocuklarla beraber mi bıraktın, dediği zaman; ‘Bana göre Musa'ya nispetle Harun yerinde olmana razı değil misin? Şu kadar var ki, benden sonra Peygamberlik yoktur' buyururken işittim. Hayber gününde de: Bu sancağı mutlaka Allah ve Resulünü seven, Allah ve Resulü de kendisini seven bir zata vereceğim.» buyururken işittim. Biz sancak için hepimiz uzandık. Fakat o: Bana Ali'yi çağırın!» buyurdu. Ali gözlerinden rahatsız olduğu halde getirildi. Rasûlullah (s.a.a.) onun gözüne tükürdü ve sancağı kendisine verdi. Allah da ona fethi müyesser kıldı. Şu âyet: ‘De ki: Gelin, bizim ve sizin çocuklarınızı çağıralım...' inince Rasûlullah (s.a.a.) Ali'yi, Fatıme'yi ve Hasan'la Hüseyin'i çağırarak: Allahım! Benim ailem bunlardır.» buyurdu.”[56]
Bu hadisin zahirinden direkt olarak Muâviye'nin sövgüyü emrettiği rahatlıkla anlaşılmaktadır. Ancak kadim ve modern dönem Emevî aşıkları Muâviye'nin böyle bir şeyi emretmeyeceğini, sadece Sa'd'a sövmemesinin sebebini öğrenmeye çalıştığını söylemeye ve tevil etmeye çalışırlar. Dahası var, Muâviye'yi paklamaya çalışmak adına kimi teviller Sa'd'ı gözden çıkarmayı dahi göze almışlardır. “ihtimal Hz. Sa'd, Hz. A1i'ye söven taife ile berabermiştir. Fakat bu sefer onlarla beraber sövmemiştir. Muâviye bunu sormuştur. Bu sözün başka te'vile de ihtimali vardır.”
Ahmed b. Hanbel şöyle rivayet etmektedir: bize Abdullah rivayet etti ve dedi ki: bana babam rivayet etti ve dedi ki: bize Muhammed b. Cafer rivayet etti ve dedi ki: bize Şube, Husayn'dan; o Hilâl b. Yesâf'tan; O, Abdullah b. Zâlim'den rivayet etti ve dedi ki: el-Muğîre b. Şube, Ali'ye sövdü. Bunun üzerine Saîd b. Zeyd, mescitten çıkarak şöyle dedi: Ali'ye söven bu adama şaşırmıyor musunuz?[57]
Muğîre'nin Muâviye'nin has adamlarından ve valilerinden olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla öyle Muâviye Ali'ye lanet edilmesine razı değildi, hoşnut değildi, denilemez. Bizzat devlet politikası haline getirip valilere lanet edilmesi için genelge göndermiştir.
Nesaî, Şakîk b. Ebû Abdullah'tan şöyle rivayet etmektedir: bize Ebûbekir b. Hâlid b. Arfate rivayet etti ve dedi ki: Ben Sa'd b. Mâlik'i Medine'de gördüm. Şöyle diyordu: Zikir edildiğine göre sizler Ali'ye (a) mi sövüyorsunuz? Ravi Ebûbekir der ki: dedim ki: Evet, böyle yaptık. O: “Belki sen de yapıyordun?” deyince ben: “Allah'a sığınırım.” Dedim. O: “Ali'ye sövme. Hz. Rasûlullah'tan (s.a.a.) Ali (a) hakkında işiteceğimi işittikten sonra Ali'ye sövmem için başıma testere konulacak olsa da ben ona sövmem.”[58]
İbn Abdürabbih şöyle der:
Bütün bu rivayet ve haberlerin ortaya koyduğu husus şudur ki, hadis ve tarih eserlerinden derlediğimiz bu rivayetler Muâviye ve valilerinin İmam Ali'ye minberlerde sövdüğünü ortaya koymaktadır.
Mekâtilü't-Talibiyyîn ise İmam Hasan ve Sa'd b. Ebû Vakkâs'ın aynı yıl için vefat ettiklerini ve insanlar, Muâviye'nin o ikisini zehirlediği görüşünde idiler.[59]
Ebû Osmân el-Câhız ise şöyle demektedir: Muâviye, Cuma hutbelerinin sonunda şöyle derdi: Allahım! Ebu Turâb (Ali) senin dininde ilhada düştü. İnsanları senin yolundan çevirdi. Ona ağır bir lanetle lanet et ve onu acıklı bir azaba çarptır. Bunun için de İslam yurdunun dört bir tarafına da mektuplar yazdı. Bu sözler/sövgüler minberlerde yayıldı. Ümeyye oğulları devletinde bir sünnet halini aldı. Nihayet Ömer b. Abdülazîz başa geçince bunu ortadan kaldırdı.[60]
Bu iş öyle bir raddeye vardı ki Ümeyye oğulları Ali'nin ismine ve künyesine tahammül edemez bir duruma geldiler.
Yukarıda Uleyy isimli bir ravinin terceme-i halini anlatmıştık. Bir de künyeye dair bir örnek verelim:
İbn Sa'd Ali b. Abdullah b. Abbâs'ın tercüme-i halinde şöyle demektedir: Künyesi Ebû Muhammed'dir. Hicretin 40. Yılının Ramazan ayında Ali b. Ebû Tâlib'in şehit edildiği gece dünyaya geldi. Bundan dolayı onun ismi ve künyesi olan Ebü'l-Hasan künyesi ile isimlendirildi. Bunun üzerine Abdülmelik b. Mervân kendisine şöyle dedi: ‘Vallahi senin bu isim ve künyeyi almana tahammül edemiyorum. İkisinden birisini değiştir.' Bunun üzerine Ali b. Abdullah künyesini Ebû Muhammed yaptı.[61]
Allâme İbn Akîl, hem kendisinin hem de Hâfız es-Suyûtî'den naklettiği ibareleri aktarıyoruz:
Muâviye, Hz. Rasûlullah'ın haber verdiği, nifak alameti, Allah ve Rasulüne sövmek olarak itibar ettiği bu iğrenç aşağılık bidatin yayılmasında…
Ümeyye oğulları döneminde ise 70.000'i aşkın minberin üzerine Muâviye'nin kendileri için bir uygulama haline getirdiği bu davranışla Ali b. Ebû Tâlib'e lanet ediyorlardı.[62]
Bu korkunç cürmün etkileri asırlar sonrasında dahi varlığını sürdürmüştür. Örnek olarak bir muhaddis ve hadis ravisi olan Harîz b. Osmân hakkında terâcim sahiplerinin sözlerini aktarıyoruz:
Hariz İbn Osman er-Rahbi el-Hımsî. Nasıbilerin ileri gelenlerindendir. Süfyanî kola mensuptur. Ümeyye oğullarının Süfyanî ve Mervanî kollarına ayrıldıklarını biliyoruz. Bu şahıs ise Süfyani kola mensuptur.
Bu şahsın tercüme-i haline bir bakalım. İbn Hacer el-Askalani'nin Tehzibü't-Tehzib adlı eserine bir bakalım. Mufazzal İbn Gassan şöyle der: Harizin Süfyani olduğu söylenmiştir.
Ahmed İbn Said ed-Darimi ise Ahmed İbn Süleyman el-Mervezi'den şöyle nakl eder: İsmail İbn Ayyaş'ın şöyle dediğini işittim: Mısır'dan Mekke'ye giderken Hariz İbn Osman ile birlikte oldum. İmam Ali'ye sövüyor ve Ona hakaretlerde bulunuyordu.[63]
Ümeyye oğullarının Süfyânî koluna mensup olduğu söylenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Ali'ye (a.s.) hakaretleri yolda yapıyordu.
Bu rivayet Hafız Cemâlüddîn el-Mızzî'nin Tehzîbü'l-Kemâl adlı eserinde de geçmektedir. Yazar yapı itibariyle Ümeyyeci din anlayışına yakın sayılır. O şöyle der: Ahmed İbn Said ed-Dârimî, Ahmed İbn Süleyman el-Mervezi'den nakl ettiğine göre o şöyle der: Bize İsmail İbn Ayyaş şöyle rivayet etti: Mısır'dan Mekke'ye giderken Hariz İbn Osman ile birlikte oldum. İmam Ali'ye sövüyor ve ona hakaretlerde bulunuyordu.
Bu rivayetin haşiyesinde şöyle diyor: Bu rivayetin isnadı iyidir. Darimî sika bir ravidir. Buharî ve Müslim onun hakkında ittifak etmiştir. Buharî'nin Sahih'de ondan rivayeti bulunmaktadır. İsmail İbn Ayyaş ise kendi belde ehlinden rivayet ettiği haberlerde saduktur. Hımsidir.[64]
Rivayet Muhakkık Beşşar Avvad Maruf'un dediği gibi ceyyiddir.
İkinci rivayet; Abdulvehhab İbn Dahhak şöyle dedi: dedi ki; bize İsmail İbn Ayyaş rivayet etti ve dedi ki; ben Hariz İbn Osman'ın şöyle dediğini işittim:…İnsanların Hz. Peygamber'den (s.a.a) aktardıkları ‘Ey Ali! Sen bana oranla, Harun'un Musa'ya olan mesabesindesin' şeklindeki hadis haktır. Ancak dinleyen hataya düşmüştür. Zira hadisin orijinali şöyledir: ‘Ey Ali! Sen bana oranla, Karun'un Musa'ya olan mesabesindesin'[65]
Rivayet ilk şekliyle Ehl-i Sünnet'in hadis mecmualarında ittifaken kabul edilmektedir. Senede de ihtiyaç duyulmamaktadır.
Üçüncü rivayet; İbn Adiy der ki; Yahyâ İbn Sâlih el-Vehhâdî şöyle dedi; Bana Hariz İbn Osmân, Abdurrahman İbn Meysere'den o da Peygamber'den (s.a.a.) Ali İbn Ebu Talib'in eksikliği hakkında öyle bir hadis yazdırdı ki dile getirilecek gibi değil. Bu hadis mudaldır[66] ve oldukça münker bir hadistir. Böyle bir hadisi Allah-u Teala'dan korkan kimse rivayet edemez.[67]
İmam Ali'ye (a.s.) buğz eden ve Ona hınç duyan bir insan hakkında İbn Hacer el-Askalânî'nin neler söylediğini görünüz.
Devamında şöyle diyor: Yahya İbn Sâlih'e Harîz'den niçin hadis yazmadın diye soruldu. Cevaben şöyle dedi: Kendisiyle yedi yıl birlikte namaz kıldığım ve her zaman mescidden çıkıncaya kadar yetmiş defa Ali'ye lanet eden birisinin hadisini, nasıl yazayım.[68]
Devamında şöyle diyor: Harîz her sabah ve akşam yetmiş defa İmam Ali'ye lanet ederdi. Kendisine niçin böyle yapıyorsun diye sorulunca cevaben şöyle dedi: O benim babalarımın ve dedelerimin başlarını kesendir. O kendi mezhebine davet ederdi. [69]
Evet bu örnekler şirkin eserlerinin devam ettiğini göstermektedir.
Geliniz bu seviyede olan, Hulefa-i Raşidin'in dördüncüsüne, aşere-i mübeşşereden birisine, Allah-u Teala'nın tertemiz kıldığı, Resulullah'ın (s.a.a.) damadı olan birisine lanet eden kimseye Ümeyyeci din anlayışının bakışına ve değerlendirmesine bir bakalım.
İbn Hacer bu şahıs hakkında şöyle diyor: Muaz İbn Muaz şöyle der: Bize rivayet ederek şöyle dedi: Ben Şam'da Hariz'den daha üstündür diyebileceğim hiçbir kimse bilemiyorum.
Ahmed İbn Hanbel'e Harîz İbn Osmân hakkında sordum. Ahmed İbn Hanbel şöyle dedi: Sikadır, sikadır.
İbn Medînî şöyle diyor: Ashabımızdan kendisini idrak ettiğimiz herkes onu sika olarak kabul ediyorlardı.
Duheym –ki kendisi cerh ve tadil sahasının imamlarından birisidir çev- ise şöyle der: Hariz, ceyyidü'l-isnaddır.[70] Ve Sahihü'l-hadistir.[71] Yine o şöyle demiştir: Hariz sika bir ravidir.
Buharî ise şöyle der: Ebü'l-Yeman şöyle dedi: Hariz bir kişiye hakaret ederdi. Sonra bunu terk etti.[72]
Ahmed İbn Hanbel onun hakkında güvenilirliğin zirvesini ifade eden iki defa sika/güvenilir sözcüğünü kullanıyor. Evet galiba Hariz bu payeyi İmam Ali'ye olan buğzundan dolayı kazanıyor.
Buharî, Harîz'in kime saldırdığını bildiğini halde söylemiyor. Ancak Tehzibü'l-Kemâl'de bu ismin Ali (a.s.) olduğu açıkça geçiyor. Ancak Buharî buna rağmen onu tezkiye etmeye ve ona dayanmaya çalışıyor.
Cerh ve tadil alimlerinin bu şahıs hakkında nasıl değerlendirmelerde bulunduklarını görmek isteyen Hafız ez-Zehebî'nin Mizânü'l-İtidal'ine, Kaşif'e ve el-Muğnî fi'd-Duafa adlı eserine müracaat edebilirler. Cerh ve tadil bilginlerinin açıklamaları onun nasıbî ve bidat ehli olduğu ancak güvenilir olduğunu göstermektedir.
Hafız Mizzî'nin Tehzîbü'l-Kemâl adlı eserinin tahkikini yapan Beşşar Avvad Maruf bu şahıs hakkında şöyle der: Zehebî el-Mîzân adlı eserde şöyle der: Harîz, mütkin ve sebt bir ravidir.[73] Ancak bidat ehlidir.
Zehebî el-Kâşif adlı eserinde ise onun sika ve nasıbi olduğunu söyler. El-Muğni adlı eserinde ise şöyle der: Hariz sebttir, ancak nasıbidir. Divanda ise sika, nasıbi ve Ehl-i Beyt'e buğz edici olduğunu söyler.[74]
Harîz örneği şahıs bazında idi. Bir de geliniz. Şehirler bazında bakalım. Öyle şehirler olmuş ki İmam Ali'nin faziletini dinlemeye tahammül edememişlerdir. Bitr örnek sunmakla yetineceğiz.
Hafız Zehebî İbnü's-Sekkâ'nın tercümei halinde şöyle der: Hafız, imam, muhaddis, vasıt Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed b. Osmân el-Vâsıtî. Ali b. Muhammed el-Celâbî Tarihinde şöyle der: İbn Sekkâ Vasıtîlerin imamlarından ve sağlam hafızlardandır.… Hicretin 173. Yılında vefat etti…. Onun Tayr (pişmiş kuş) hadisi (İmam Ali'nin faziletini ihtiva eden bir hadistir.) imla ettirmek istedi. Ancak Vâsıtîlerin kalpleri bu hadise tahammül edemediler. Derhal onun üzerine çullandılar. Onu ayağa kaldırıp yerine yıkadılar. O da çıkıp evine gitti ve evine kapandı. Vâsıt kabilesinden hiçbir kimseye bir hadis rivayet edemedi. Bundan dolayı Vasıtlıların yanında onun hadisi azdır. [75]
Dımaşk şehri de Abbâsî Devletinin kurulmasından sonra bir buçuk asrı aşkın bir süre Ali karşıtı bir terbiye ve eğitimle yetişmiştir. Neseî merhumun kendisi el-Hasâis adlı eserinin telif gerekçesini şöyle açıklar: Ben Dımaşk'a vardığımda Dımaşk ahalisinin Ali (a.s.) hakkında dalalete düşmüş olduklarını gördüm. Allah'ın kendilerine hidayet bağışlaması ümidiyle el-Hasâis adlı eseri tasnif ettim.[76]
Bu makale bağlamında ele alınabilecek başka konular varsa da bu konular bir karşı devrim hareketi olarak Muâviye'nin üstlendiği rol ve işlevi ortaya koyması açısından yeterlidir. Yoksa birer nebevî referans olan Hz. Rasûlullah'ın İmam Ali (a.s.) hakkındaki buyruklarının rivayetini yasaklaması ve buna mani olması, Ali ve Ehl-i Beyt aleyhinde rivayetlerin uydurup yayma çabası vermesi, Hicr b. Adiy, Amr b. Hâmık el-Huzaî gibi abid ve zahid müminlerin şehit etmesi de başlı başına birer cinayettir. Ancak bir makalenin sınırlarını aşmak istemiyoruz. Rab Teâlâ hatalarımızı ve kusurlarımızı affeylesin, Ahiret için bu çalışmamızı bir azık eylesin.
Selam, muhabbet ve dua ile.
.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKÇA
Taberî, Muhammed b. Cerîr (h. 310), Câmiü'l-Beyân en Te'vîli Âyi'l-Kurân, Tahkik, tehzib, zapt ve talik: Doktor Beşşâr Avvâd Marûf- İsâm Fâris el-Harşânî, Müessesetü'r-Risâle, 1. Baskı, 1415- Beyrut
Târîhü'r-Rüsül ve'l-Mülûk, Tahkik: Muhammed Ebü'l-Fadl İbrâhîm, Dârü'l-Marife, 2. Baskı,
El-Kurtubî (h. 671), Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed b. Ebî Bekir el-Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Müessesetü'r-Risâle, 1. Baskı, 1427- Beyrut
Es-Suyûtî (h. 911), ed-Dürrü'l-Mensûr fi'r-Tefsîri bi'l-Me'sûr, Thk: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, 1, baskı, 1424- Kahire
ed-Dîbâc Ala Sahîhi Müslim b. el-Haccâc, Dârü İbn Affân, 1, baskı, 1416, Suudî Arabistan
Tarîhü'l-Hulefâ, Thk: İbrahim Salih, Dâru Sadır, Beyrut
el-Câmiü's-Sağîr, Tahkik: Hamdi Demirdâş Muhamed, Dârü Nizâr
Et-Tirmizî, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ b. Sûre b. Mûsâ İbn Dahhâk, Sünenü't-Tirmizî, Thk: Râid b. Sabrî b. Ebû Alefe, Dârü'l-Hıdâre, 2. Baskı, Riyad
Et-Taberânî (h. 360), Hafız Ebü'l-Kâsım Süleymân b. Ahmed, el-Mucemü'l-Kebîr, Tahkik ve tahriç: Hamdî Abdülmecîd es-Selefî, 3. Baskı, 1404
En-Nîsâbûrî (h. 405), Hakim Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah, Tahkik: Mustafa Abdülkadir Atâ, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 2. Baskı, 1422-Lübnan
İbn Asem (h. 320), çev: Mehmet Cevher Câduk, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2021; el-Futûh, Tahkik: Ali Şîrî. Dârü'l-Edvâ, 1.baskı, 1411-Beyrut
Ez-Zehebî (h. 748), Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân, Siyerü Alâmi'n-Nübelâ, Tahkik: Allâme Şuayb el-Arnâvût, 9 baskı, Müessesetü'r-Risâle, 1993- Beyrut
Tabêrî (h. 310), Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr, Târihü'l-Ümem ve'l-Mulûk, Tahkik: Muhammed Ebü'l-Fazl İbrâhîm, Dârü'l-Meârif, 2.baskı, Kahire
Müslim, Ebü'l-Haccâc Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî, Sahîh, Tahkik: Râid Sabrî b. Ebû Alefe, Dârü'l-Hidâre- 1436
İbn Hibbân, Alâüddin Ali b. Bilbân, Sahîh-ü İbn Hibbân bi tertibi İbn Bilbân, Tahkik, tahriç ve talik: Şuayb el-Arnavût, Müessesetü'r-Risâle, 2. Baskı, 1414,
Meşâhîrü Ulemâi'l-Emsâr, Tahkik: Merzûk Ali İbrâhîm, Dârü'l-Vefâ, 1. Baskı, 1411
İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhü Nehci'l-Belâğa, Tahkik: Muhammed Ebü'l-Fazl İbrâhîm, Dârü İhyâi'l-Kütübi'l-Arabî, İsa el-Bâbî, 2. Baskı, 1967, Kum
Mahmûd Şâkir, et-Târihü'l-İslâmî, yedinci baskı, 2000, Beyrut-Dımaşk ve Umman.
Es-Suyûtî, Celâlüddîn (h. 911), ed-Dîbâc Ala Sahîhi Müslim b. el-Haccâc, Dârü İbn Affân, 1, baskı, 1416, Suudî Arabistan
İbn Hacer el-Askalânî, Şihâbüddîn, Fethü'l-Bârî Şerhü Sahîhi'l-Buhârî, Dârü'l-Marife, 2. Baskı, Beyrut.
Tehzibü't-Tehzib, Tahkik Adil Mürşid ve İbrahim Zıbık, Müessesetü'r-Risale, 1, baskı, Beyrut
İbnü'l-Esîr, İzzüddîn Ebü'l-Hasan Ali b. Ebü'l-Kerem Muhammed b. Muhammed, el-Kâmil fi't-Târîh, Dârü Sâdır, Beyrut, 1385
En-Nîsâbûrî, Hâkim, el-Müstedrek Ala's-Sahîhayn, Tahkik: Mustafa Abdülkadir Ata, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, tarihsiz.
İbn Abdülberr, Ebû Ömer Yûsuf b. Abdullah b. Abdülberr el-Kurtubî, el-İstîâb fî Marifeti'l-Ashâb, Tahkik: Adil Mürşid, Dârü'l-Alâm, 1. Baskı, 2002, Ürdün
İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, Tahkik: Ebü'l-Fidâ Abdullah el-Kâdî, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1987
Müslim, Ebü'l-Hasan Müslim b. el-Haccâc b. Müslim el-Kuşeyrî, Sahîhü Müslim, Tahkik: Râid Sabrî İbn Ebû Alefe, Dârü'l-Hidâre, 2. Baskı, 1436, Riyad
Nesâî, Ebû Abdurrahmân Ahmed b. Şuayb, Kitâbü's-Süneni'l-Kübrâ, Takdim: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Müessesetü'r-Risâle, 1. Baskı, 2001, Beyrut
Ebû Ya'la el-Mavsılî, Ahmed b. Ali el-Müsennâ, Müsned, Tahkik: Hüseyin Selim Esed, Dârü'l-Memun, Dımaşk,
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâîl, Sahîh, Dârü İbn Kesîr, 1. Baskı, Beyrut, 1423
Aynî, Bedrüddînü, Ebû Muhammed Mahmûd b. Ahmed, Umdetü'l-Kârî Şerhı Sahîhi'l-Buhârî, Dârü İhyâi't-Türâsî'l-Arabî.
Taberânî, Ebü'l-Kâsım Süleymân b. Ahmed, Mucemü'l-Kebîr, Hamdî Abdülmecîd es-selefî.
İbn Kesîr, Ebü'l-Fidâ İsmâîl b. Kesîr ed-Dımaşkî, el-Bidâyetü ve'n-Nihâye, Tahkik: Ali Şîrî, Dârü İhyâi't-Türâsi'l-Arabî, 1. Baskı, Beyrut- 1988
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Dârü Sâdır, Beyrut (tahkiksiz basım)
Müsned, Tahkik: Hamza Ahmed Zeyn ve Ahmed Muhammed Şâkir, Dârü'l-Hadîs, 1. Baskı, 1416, Kahire
Heysemî (h. 807), Ebü'l-Hasan Ali b. Ebî Bekir b. Süleymân eş-Şâfiî, Mecmeü'z-Zevâid ve Menbeü'l-Fevâid, Tahkik: Hüseyin Selim Esed ed-Dârânî, Mürhif Hasan Esed, Dârü'l-Minhâc, 1436- Cidde
Albânî, Muhammed Nâsırüddîn Albânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi's-Sahîha ve Şeyün Min Fıkhıhâ ve Feveidihâ, c.5, s.371, Mektebetü'l-Meârif, Riyâd, 1415
İbn Ebû Âsım, El-Âhâd ve'l-Mesânî, Tahkik: Doktor Bâsım Faysal Ahmed el-Cevâbire, 1. Baskı, Dârü'd-Dirâye, 1411, Riyâd
Ebü'l-Ferec İsfahânî, Mekâtilü't-Tâlibiyyîn, Takdim: Kâzım el-Muzaffer,, Müessesetü Dâri'l-Kitâb ve Mektebetü'l-haydariyye, 2. Baskı, Kum-Necef 1965
Muhammed b. Akîl Abdullah b. Ömer b. Yahyâ el-Alevî, en-Nesâihü'l-Kâfiye limen yetevellâ Muâviye, Dârü's-Sikâfe, 1. Baskı, Kum, 1412
El-Mızzî, Cemalüddin Ebü'l-Haccâc Yûsuf, Tehzîbü'l-Kemâl fî Esmâi'r-Ricâl, Tahkik ve talik Doktor Beşşâr Avvâd Marûf, Müessesetü'r-Risale, 1405
[1] Taberî, Câmiü'l-Beyân, c. 5, s. 44
[2] Kur'an Yolu, c. 3, s. 431-432
[3] El-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'an, c. 13, s. 115
[4] Ed-Dürrü'l-Mensûr, c. 9, s. 391
[7] Age, c. 9, s. 391-392
[10] Sünenü't-Tirmizî, Kitabü Tefsîri'l-Kur'an, s. 649 hdsn: 2350, Allame Albanî: zayıf, isnadı muztarip ve metni de münker; et-Taberânî, el-Mucemü'l-Kebîr, c. 3, s. 89-90\ hadis no: 2754
[11] El-Müstedrek, c. 3, s. 186-187, hdsn: 4796
[12] İbn Asem, el-Fütûh, c. 4, s. 290
[13] Merkeze güç ve iktidarı elde tutmayı alan bakış açısı eylemleri değerlendirmedeki ölçütü siyasî başarıdır. Ancak ilahî bakış açısı ortaya konan davranışları ilahî ölçütlere ve insanî erdemlere uygunluk perspektifinden değerlendireceğinden böyle tavırları şiddetle mahkum etmektedir. Muâviye aziz İslam Dinine müntesip olmayan ancak insanî erdemlere uygun davranan diğer din mensuplarının yapmaktan kaçındığı insanlardan dahi daha aşağı seviyelere düşerek bir çok kimseyi hileye başvurarak öldürmüştür.
İbn Abdülberr el-İstîâb (c. 1, s. 182) adlı eserinde şöyle der: Katâde ve Ebûbekir b. Hafs şöyle dedi: el-Hasan b. Ali (a) zehirletilerek şehit edildi. Onu Cade b. el-Eşas b. Kays el-Kindî zehirletmiştir….
Ez-Zehebî (Siyerü Alâmi'n-Nübelâ, c. 3, s. 274-5) el-Vâkıdî'den şöyle rivayet etmektedir: Ben “Muâviye İmam Hasan'ı (a) zehirletmesi için hizmetkarlarından birisine ödül vermiştir.” diyenleri işittim. Yine o Ebû Avâne kanalıyla Muğîre'den; O, Ümmü Mûsâ'dan şöyle rivayet etmektedir: Cade bt. El-Eşas b. Kays, İmam Hasan'ı (a) zehirleyerek şehit etti.
Muâviye'nin bunu bir alışkanlık haline getirmiş, muhaliflerinden bir bölümünü bu iğrenç yolla ortadan kaldırarak Makyavelizm'in fikir babası olduğunu göstermiştir.
Et-Taberî (c. 5, s. 96, hicretin 38. Yılının olaylarında) Tarîhü'l-Ümem ve'l-
Mulûkunda şöyle der: Muaviye, haraç ehlinden olan Câyestâr'a haber göndererek Mâlik el-Eşter'i şehit etmesini talep etmiş ve Câyestâr da bal şerbetine zehir koyarak Mâlik Eşter'i şehit etmiştir.
Taberî (Tarih, c. 5, s. 227, hicretin 46. Yılı olayları) şöyle der: Bana Ömer rivayet etti ve dedi ki: bana Ömer rivayet etti ve dedi ki: bana Ali, Mesleme b. Muhârib'ten şöyle rivayet etmektedir: Bazılarının iddiasına göre İbn Esâl, Muaviye'nin emri üzerine Abdurrahman'a zehirli şerbet içirmiştir ki bu sahih değildir. Abdurrahmân'ın ölüm olayı şöyle anlatılır: Babasının Suriye halkı üzerindeki etkisinden dolayı kendisi de bir hayli seviliyordu. Ayrıca Rum illerinde, yani Bizans topraklarında bir hayli seferlere çıkmış olması ve orada elde ettiği bir çok mal ve mülk de değerini artırmış ve Şam halkının gözünde bir hayli etkili bir şahsiyet haline gelmişti. Muâviye onun bu durumundan korkmuş, Hristiyan olan İbn Asâl adındaki birisini görevlendirerek onu öldürmesini istemiş, öldürdüğü takdirde Abdurrahmân'ın elindeki bütün haracı ömrü boyunca kendisine tahsis edeceğini ve ayrıca Hımıs vilâyetinin vergi toplama memurluğuna da tayin edeceğini vaat etmişti.
[14] Sahîh-ü Müslim, s. 42, Kitâbü'l-İman, bab no: 33, s. 60, hadis no: 131
[15] Sahîhü İbn Hibbân, c. 15, s. 367
[16] İbn Ebu'l-Hadîd, Şerhu Nehci'l-Belâğa, c. 11, s. 44-9.
[18] Sünenü'n-Nesâî, Kitâbü Menâsiki'l-Hacc, Bâbü't-Telbiyeti bi Arefete, hadis no: 3979. Albâni bu hadisin sahih olduğunu belirtir.
[19] Muhammed Şâkir, et-Târihü'l-İslâmi, el-Ahdü'l-Emevî, c. 4, s. 21-22
[20] Sahîhü'l-Buhâri, s. 410, Kitâbü'l-Hacc, Bâbü men kallede'l-kalâide, hadis no: 1700
[21] Umdetü'l-Kârî, c. 10, s. 40
[22] Sahih-ü Müslim, s. 39-40, Kitâbü'l-İmân, “Bâbü beyâni hâli imâni men rağibe an ebîhi ve hüve ya'lemu, hadis no: 112, 113, 114, 115
[23] Ed-Dîbâc Ala'l-Müslim, c. 1, s. 83-84
[24] Fethü'l-Bârî, c. 12, 27
[25] El-Kâmil fi't-Târîh, c. 3, s. 299-302
[26] El--Fütûh, c. 4, s. 315-316
[27] Taberî, Tarih, c. 5, s. 250-251-252
[28] İbnü'l-Esîr, c. 3, s. 324
[29] Et-Taberânî, Mucemü'l-Kebîr, c. 18, s. 184; Müsned-ü Ahmed, c. 5, s. 66 ve c. 3, s. 501
[30] El-Hâkim, el-Müstedrek, c. 3, s. 501, hadis no: 5869, Zikrü Menâkıbı el-Hakem b. Amr el-Gıffârî,
[31] Meşâhirü Ulemâi'l-Emsâr, c. 1, s. 101, madde no: 415
[32] El-Mucemü's-Sağîr, c. 2, s. 83; en-Nesâî, es-Sünenü'l-Kübrâ, c. 7, s. 441, Kitâbü'l-Hasâis, hadis no: 8422; Müsned-ü Ebî Yala, c. 12, s. 444, hadis no: 7013; el-Müstedrek Ala's-Sahîhayn, c. 3, s. 130, hadis no: 4615
[33] El-Bidâye, c. 7, s. 391
[34] Müsned-ü Ahmed, c. 6, s. 323
[36] Mecmeü'z-Zevâid, c. 9, s. 129
[37] El-Müstedrek, c. 3, s. 122
[38] Müsned, Ahmed Zeyn'in notlandırmasıyla, c. 12, s. 392
[39] http://intizar.web.tr/inanc-ve-dusunce/haber/10364/gadir-i-hum-hadisi-imamet-inancina-delalet-etmiyor-mu#.Y5CIzXZBxPY
[40] Müsned-ü Ebî Yala, c. 2, s. 109, hadis no: 770
[41] Müsned-ü Ahmed, c. 2, s. 442; el-Mucemü'l-Kebîr, c. 3, s. 40, hadis no: 2620 ve c. 5, s. 184
[42] Sahih-ü Müslim, c. 1, s. 42, hadis no: 131, Bâbü delili enne hubbe'l-ensâri ve aliyyin radiyallahu anhum mine'l-imani ve alamatihim ve buğzihim min alamati'n-nifaki; Nesâî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Kitâbü'l-Hasâis, c. 7, s. 445, el-Farku beyne'l-mümini ve'l-münafıkı, hadis no: 8431, ayrıca bkz: 8432, 8433; Müsned-ü Ebî Yala, c. 1, s. 251, hadis no: 291
[43] El-Mucemü'l-Kebîr, c. 23, s. 380
[44] Es-Suyûtî, Celâlüddîn Abdurrahmân b. Ebî Bekir, Tarîhü'l-Hulefâ, s. 206 Thk: İbrahim Salih, Dâru Sadır, Beyrut
[45] Suyûtî, Celalüddîn, el-Câmiü's-Sağîr, c. 4, s. 1667, hadis no: 8317, Tahkik: Hamdi Demirdâş Muhamed, Dârü Nizâr
[47] Albânî, Muhammed Nâsırüddîn, Silsiletü'l-Ehadisi's-Sahîha, c. 3, s. 287, hadis no: 1399
[48] Bkz: https://www.echoroukonline.com/%D9%87%D9%84-%D9%81%D8%B1%D8%B6-%D8%AE%D9%84%D9%81%D8%A7%D8%A1-%D8%A8%D9%86%D9%8A-%D8%A3%D9%85%D9%8A%D8%A9-%D8%B3%D8%A8%D9%91%D9%8E-%D8%A2%D9%84-%D8%A7%D9%84%D8%A8%D9%8A%D8%AA-%D8%B9%D9%84%D9%89
[49] İslam Tarihi, Emevîler dönemi.
[50] Ferhân el-Mâlikî, Nahv İnkâzi't-Târîhi'l-İslâmi, s. 20
[51] El-İkdü'l-Ferîd, c. 4, s. 366
[52] Sahîhü'l-Buhârî, s. 913, Kitâbü Fazâili's-Ashâbi'n-Nebiyy, Babu Menâkıbi Ali b. Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimî, Hadis no: 3703
[53] Sahih-ü Müslim, s. 781, Kitâbü Fadâili's-Sahâbe, Bâbu min Fadâili Ali b. Ebî Tâlib, hadis no: 2404/32; el-Mucemü'l-Kebîr, c. 6, s. 150; el-Âhâd ve'l-Mesânî, c: 1, s. 150, madde no: 183 , Sahîhü İbn Hibbân, c. 15, s. 368
[54] İrşâdü's-Sârî, c. 6, s. 112
[55] Hafız Zehebi, Siyer-ü Alami'n-Nübela, c.5, s.101-2 35 nolu tercüme-i hal Müessesetü'r-Risale
[56] Sahîh-ü Müslim, Kitâbü Fadâili's-Sahâbe, Babun min Fedâili Ali b. Ebî Talib, hds no: 2404.
[57] Müsned-ü Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 188, hadis no: 1638.
[58] Nesâî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Kitâbü'l-Hasâis, Zikrü Kavli'n-Nebiyyi men sebbe Aliyyen, fekad sebbeni, hadis no: 8423,
[59] Mekâtilü't-Talibiyyîn, s. 48
[60] Şerhü Nehci'l-Belâğa, c. 4, s. 57
[61] Et-Tabakâtü'l-Kübrâ, c. 5, s. 312
[62] En-Nesâihü'l-Kâfiye, s. 104
[63] Hafız Ahmed İbn Ali İbn Hacer el-Askâlânî eş-Şafiî, Tehzîbü't-Tehzîb, c.1, s.375, Tahkik Adil Mürşid ve İbrahim Zıbık, Müessesetü'r-Risale,
[64] Hafız Cemalüddîn Ebü'l-Haccac Yusuf el-Mızzî, Tehzibü'l-Kemâl fi Esmai'r-Rical, c.5, s.576, Tahkik ve talik Doktor Beşşlar Avvad Maruf, Müessesetü'r-Risale.
[65] Tehzibü't-Tehzib, c.1, s.375,
[66] Hadisin isnad zincirinde iki veya daha fazla ravinin düştüğü rivayetlere denir.
[70] Hadis bilginlerine göre ceyyid genelde sahih hadis ile eş anlamlı olarak kullanılır.
[71]Sahihü'l-Hadis bir tadil ifadesidir. Ravinin hadislerinin sahih olduğunu ifade eder.
[73] Mütkin, rivayet şartlarına dikkat edeni, titiz ve işinin ehli ravi anlamına gelir. Sebt ise güvenilir raviler için kullanılan bir tadil ifadesidir.
[74] Tehzibü'l-Kemal, c.5, s.579
[75] Tezkiretü'l-Huffâz, c. 3, s. 965
[76] Tehzîbü't-Tehzîb, c. 1, s. 33, Nesâî'nin tercxüme-i hali.